Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
1946
O zaman bir milletvekilinin maaşı 220 lira. Ben de gazeteden 250 lira alıyorum.
Sayfa 123 - Nermin Abadan UnatKitabı okudu
Hayatta olmayan ama kendisine göre var olan bir babayı nasıl yarattınız? Dediler. Ben de “çok konuşmakla, bastırmamakta, inkar etmemekle” dedim çünkü bende tam tersi yapıldı, hiçbir şey söylenmedi, inkar edildi falan.
Sayfa 218Kitabı okudu
Reklam
Hayatını Seçen Kadın-Nermin Abadan Unat
"Macaristan'da bir kızın üniversiteye gitmesinin o dönem lafı bile edilmiyor. Halbuki Türkiye'de daha okuyacaksın, daha yükseleceksin diye bakılıyor. Üniversiteye giden kız doktor olacak, avukat olacak, mühendis olacak diye bakılırdı. İşte bu vizyonu bize Atatürk kazandırmıştı. Atatürk sevgisini bugünkü kuşaklara anlatmak zor, bunu bir türlü kavramıyorlar. Bize kimlik edinme şansı verdi. Ben küçük bir kız olarak bu büyük adamdan güç aldım. Atatürk bu toplumun kızlarının önüne idealler koydu."
Sayfa 498Kitabı okudu
+1
Genelde çocukluk evimize döndüğümüzde hayalimizden daha küçük buluruz.
Mesela Anglosakson tarzı Noel kutlamaları ile Kara Avrupası tarzı Noel kutlamaları çok farklıdır. Anglosakson tarzı kutlamada Noel Baba vardır, bizim Demre'den gelen Noel Baba. Halbuki Kara Avrupası'nda Noel gecesi İsa çocuk olarak gelir, yani Christkindl gelir. Yani bir bebek geliyor ve o dağıtıyor armağanları. Katolik inancına göre Noel Baba yok, kutlanan şey İsa'nın dünyaya gelişi. İşte dünyaya gelirken de beraberinde armağanlar getiriyor. Haftalarca onun heyecanı sürüyor. O yıllarda çam ağacı elektrikle süslenmiyor, gerçek mumlar konuyor ve o gerçek mumlar konduğu zaman, o ağaç bambaşka bir hal alıyor. Mumlardan yansıyan ışıklar titriyor ve insanı büyüleyen fevkalade bir hava oluşuyor. Düşün ki, 4-5 yaşında küçük bir çocuk olarak o günü heyecanla bekliyorum. Amerika'dan farklı olarak ağacın ışıklarını Noel gecesinde yakıyorlar yani 24 aralıkta, daha öncesinde değil. O zaman hole bakan kapılar aynalıydı; düşün, aynalı kapılar açılıyor ve koskoca bir ağaç, üstünde titreyen mumlar, altında hediyeler... Hiç unutamayacağım bir anıdır.
Annenizle ilişkiniz nasıldı? Annem beni her gün görüyordu, ama belirli saatlerde. Müthiş kategorik emirleri vardı. Mesela, mutlaka her şey yenecek, tabakta hiçbir şey kalmayacak. Bu o kadar kesin bir kuraldı ki, bundan kaçmak mümkün değildi. Bazen manasız huysuzluklar yapıyor, yemek yemiyordum. O zaman annem geliyor, benim odamdaki masada karşıma oturup bekliyordu. Ispanak gelmiş mesela, ben yemiyorum. Beni kısaltılmış ismimle çağırıyordu, "Nermerl" diye. Avusturyalılar her şeyi kısaltırlar, Nermin'i Nermerl yapmış, "küçük Nermin" demek. "Bitecek" diyor, o kadar. Fakat balo tuvaleti giyinmiş, operaya gidecek. Yalnız ben biliyorum abonmanı var, locada bir yeri var. Benim hesabıma göre operayı kaçırmamak için çıkıp gidecek. Ama o zaten çok gidiyor operaya. Onun için ısrarla oturuyor, karşı karşıya sessiz savaş halinde bekleşiyoruz. O bir şey söylemiyor, ben de söylemiyorum. Ben yemiyorum, o da oturmaya devam ediyor. Böyle birbirimize bakıyoruz. Tam bir sinir harbi. Evet, ama ben bu arada elbisesini tetkik ediyorum. Lacivert muare uzun bir elbise, üst dekolte kısmı inci ve mercanla işlenmiş. Büyük bir zevkle ona bakıyorum, ama o kımıldamıyor. Bu olay bir, iki, üç beş sürüyor. Her defasında aynı şey; en sonunda karar verdim ki, soğuk ıspanak, sıcak ıspanaktan daha beter.
Reklam
Annelerin salonu sadece misafirler için açma gelenekleri... :))
Annenizin odası ayrı mıydı? Evet, karı koca ayrı odalarda, ayrı yataklarda yatıyorlardı. Neden öyleydi? Bilmiyorum, onların tercihi, ama Avrupa' da çok yaygın, bugün de çok bulursunuz. Mesela, benim bir akrabam var, Ankara'da doğmuş bir hanım, bir Alman'la evlendi. Kocası müzik dinleyerek ve ışığı açık tutarak uyumayı seviyor. Kendisi de karanlık istiyor, onun için ayrı yatıyorlar. Annemin hem ayrı bir yatak odası hem de ayrı bir giyinme odası vardı. Salona girmeme izin vermiyordu, ama giyinme odasına girebiliyordum.
İngilizlerin meşhur bir deyimi vardı, "Children are to be seen, but not to be heard" diye, yani çocukları uzaktan göreceksiniz ancak seslerini duyacak kadar yakın olmayacaksınız. Mesela, Fransız İhtilali'nden önceki çocuk yetiştirme tarzını düşünecek olursak, o zamanlar aristokratlar ve hatta burjuvazinin üst sınıf mensupları, çocuklarını doğduktan hemen sonra bir sütanneye veriyorlar, ondan sonra da taşrada sağlıklı bir aileye emanet ediyorlar ve 16-17 yaşına kadar orada bırakıyorlar. Sonra bir gün, bir delikanlı çıkıp geliyor ve "bonjour madame ma mere" yani "merhaba, anne" diyor.
Peki bu nasıl bir yaşam? Anne mesafeli, babanın yüzünü zaten zor görüyorsunuz, sonrasında ise kaybediyorsunuz. Arkadaş yok. Sürekli yatılı okutuluyorsunuz. Tüm bunlar sizi çocuk olarak mutsuz etmedi mi? Tabii, çok mutsuz etti. O yüzden benim hayatımda arkadaş kutsal bir anlam taşır. Yani o kadar bağlanıyorum ki çevreme. Bugün bu yaşa geldim, hala Boğaziçi Üniversitesi'nde yarı zamanlı öğretim üyeliği görevimi sürdürüyorum, çünkü oradaki tüm gençler benim için son derece değerli arkadaşlar. Başka insanlarla bir köprü kurabilmek benim için büyük ihtiyaç. Bu yaşa geldim, bu ihtiyacı hala tamamen doyuramadım.
Amcanız sizinle niye hiç konuşmuyor? İşte bu da Osmanlı sistemi. Avrupa sisteminde annem beni akşamüzeri saat beşte kabul ediyordu, Osmanlı usulünde ise çocuklar annelerini ve babalarını neredeyse hiç görmüyor. Tabii sizler, genç kuşaklar olarak bunu anlamakta zorluk çekebilirsiniz. Mesela, ben amcamla konuşamıyorum, ama kendi kızı Perizat da babasıyla konuşamıyor. Ancak ortam uygun olacak ya da bayram olacak da o zaman babayla konuşulacak, o da münasipse, yani öyle istediğin zaman konuşamazsın.
Reklam
Ben kimyager olmak istedim, ama amcam "Ne yapacaksın kimyagerliği, senin paran yok, laboratuvar yok, eczane yok, bir yere varamazsın" dedi. Tabii o zamanlar kimyagerlerin çalışabileceği yeterince fabrika da yok. Ondan sonra ekonomist olmak istedim, amcam onun için de "Ekonomi çok yeni bir şey, sen iyisi mi hukuk oku" dedi. Ali Amcam da hukukçuymuş, avukatmış. Amcam "Hukuk bütün anahtarları açar" derdi.
Sayfa 71 - Kapıları açar demeye dili varmadı tabi, anahtarları açıyor. :') :DKitabı okudu
Hukuk ağır bir bölüm, okurken zorlandınız mı? Katiyen güçlük çekmedim. Birinci senenin her anını yeniden yaşayabiliyorum. Bir kere o senelerde Avrupa'daki Nazizm ve ırkçılık dolayısıyla Türkiye'ye davet edilen yabancı profesörler vardı. Mesela, Hukuk Fakültesi'nde Profesör Andreas Schwartz vardı. Andreas Schwartz derslerini Fransızca okutuyordu. Asistanı Türkan Rado idi. Gazeteci-yazar Şevket Rado'nun sonradan eşi olan Türkan Rado, Türkiye'nin ilk kadın hukuk profesörü ve ilk kadın Roma hukuku profesörü oldu. Benim de rol modelimdi. Gayet vakur ve güzeldi. Türkan Hanım'ı yakınlarda kaybettik. Üç kız kardeştiler. Diğer kardeşleri hayatta. Biri, Şevket ile Orhan Pamuk'un anneleri Şevkiye Hanım. Yani Türkan Rado, Orhan Pamuk'un teyzesi oluyordu.
Abdülhamid zamanında da "yıldız", "burun" gibi kelimeler yasaklanmıştı; padişah Yıldız Sarayı'nda oturuyordu ve burnu epeyce iriydi. Bugün de böyle insanlar var, bugün de basında böyle olaylar oluyor.
Sayfa 111Kitabı okudu
25 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.