Hayek özgürlüğün bu şekilde anlaşılmasının yol açabileceği bazı karışıklıklara işaret etmektedir. Bunlardan biri özgürlüğün zenginlikle özdeşleştirilmesi ve özgürlük kelimesinin taşıdığı cazibenin servetin yeniden dağıtılması talebini desteklemek için kullanılabilmesidir. Hem zenginliğin hem de özgürlüğün insanların çqğu tarafından istenen iyi şeyler olduğu ve insanın istediği şeylere ulaşmak için her ikisine de ihtiyacı olduğu açıktır ama, yine de bu ikisi birbirinden farklıdır. Bir insanın kendi kendisinin efendisi olması ve kendi tercihini izleyebilmesiyle onun yapabileceği tercihlerin sayısının çok fazla veya pek az olması birbirinden tamamiyle farklı şeylerdir. Lüks içinde fakat kralın emri altında yaşayan bir saray mensubu, fakir bir köylüden veya el sanatçısından çok daha az özgür ve kendi hayatını yaşamaya, kendi tercihlerini yapmaya çok daha az muktedir olabilir.
Bireysel özgürlüğün hem fiili olarak ilk defa geliştiği, hem de felsefi açıdan ilk olarak en fazla işlendiği ülkenin İngiltere olduğu kesindir. Ne var ki, bu ülkede 19. yüzyılın da 18. yüzyıl kadar parlak geçtiğini söylemek zordur. İngiltere'nin 19. yüzyılda önceki yüzyıllardaki kazanımlarının bazılarını korumasına rağmen, bu asırda özgürlüğe ve özgürlükçü teori ve pratiğe en büyük katkılar Atlantik Okyanusu'nun öte tarafından, Amerika' dan gelmiştir.
Yeterince savunulabilmesi için özgürlüğün ve aynı zamanda özgür toplumun ne olduğunun iyi bilinmesi gereklidir. Özgürlükle bireysel sorumluluk arasında içiçe bir ilişki vardır. Hayek'e göre Özgürlük sorumsuzluk demek değildir. Özgür insanlar bireysel sorumluluğa inanmalıdırlar. Özgürlük hem bireyin tercih yapma imkanına ve yüküne sahip olması hem de eylemlerinin yol açacağı övgü ve kınamayı omuzlaması demektir. Özgürlükle sorumluluk birbirinden ayrılamaz. Oysa, hem bireysel sorumluluğa hem de bireysel özgürlüğe olan inanç birlikte zayıflamıştır. Bunda bilimin yanlış yorumlanmasının, bu yorumlardan türetilen historisizm ve determinizm tezlerinin önemli etkisi olmuştur. Özgür bir toplumda bireye genel, soyut, eşit kanunlar ve kurallarla tanınan ve korunan bir özel alan bırakılır, bireyin sınırları çerçevesinde tercihler yapabileceği bu alan aynı zamanda bireysel sorumluluk alanıdır. İkisi birden kavranılmadan özgürlüğün mahiyeti anlaşılamaz ve haliyle mahiyeti anlaşılmayan bir şey korunamaz.
Hayek'e göre bilgi yalnızca bilinçli eylem ve iletişim de açığa vurulmamakta, aynı zamanda bireylerin ve toplumların geleneklerinde tecessüm etmektedir. Bilgimizin çoğu zımni bilgidir, yani ne olduğunu bilmek (knowing that) değil, nasıl olduğunu bilmek (knowing how) tarzındaki bilgidir. "Know how"ın anlamı, "keşfetme şansımızın olabileceği fakat itaat etmek için ifade edebilmeye muktedir olmamız gerekmeyen kurallara göre davranma kapasitesidir".
Hayek'e göre toplum halinde yaşıyor olmamız "bilgisiz" bireyin bilgiden mahrum kalmamasını sağlar, birey ne kadar bilgi kullandığının veya kullanabileceğinin farkında olmasa bile, kurallara göre davrandığı ölçüde, alışkanlıklarda, geleneklerde ve adil davranış kurallarında içkin bilgiler tarafından yönlendirilir, bu bilgiler ona rehberlik eder. Gelişkin toplumlarda bireyler genelde sahip olduklarından daha fazla bilgi kullanırlar ve bireysel refah ve gelişmenin temelinde de bu yatar. Hayek'e göre ekonomik hayat sosyal hayatın bir parçasıdır, ondan soyutlanarak değil, onun, yani bireylerarası kural-yönetimli ilişkiler sisteminin içinde anlaşılabilir.
"İnsanların objektif ihtiyaçları" diye bir ifade vardır ve bazıları tarafından sık sık kullanılmaktadır. Bunun yegane mümkün anlamı, yani "objektif" kelimesiyle kastedilen şey, birinin insanların ne istemesi veya insanların ihtiyaçlarının neler olması gerektiği hakkındaki görüşleridir. Bizim ilk örneğimiz ise ünlü "sınıf bilinci" kavramıdır. Ortodoks yorumlara göre belirli sınıflara dahil olanların belirli biçimde düşünmeleri, muayyen fikir, inanç ve ideolojileri benimsemeleri objektif bir gerekliliktir. Özellikle "proleterya" açısından bu böyledir. Bu sınıf bilincini insana yükleyen, bireyin kendi konumunu ve çevresini nasıl algıladığı değil, "objektif" olarak hangi koşullar altında bulunduğudur. Bunun böyle olması gerektiğini her bilgiye sahip bazı üstün akıl sahipleri keşfetmiştir. Eğer bir kişi, diyelim ki bir işçi, konumu gereği "objektif' olarak inanması gereken ideolojiyi benimsemiyorsa onda bir "yanlış bilinçlilik" hali mevcuttur.
Nihayet, herhangi bir "objektif" değer teorisi geliştirmeye çalışmak demek, değerin insan zihninden bağımsız objektif bazı realitelere dayandığını sanmak demektir. Oysa, değer fiziksel değil zihinsel bir fenomendir ve herhangi bir nesnenin herhangi bir bireyin o nesneye atfettiği kıymetten bağımsız bir değeri yoktur.
Gerçek bireycilikle sahte bireycilik arasındaki farklardan biri insan ilişkilerindeki düzene bakışta ortaya çıkmaktadır. Gerçek bireycilik bu düzeni bireysel eylemlerin önceden görülmemiş sonuçları olarak değerlendirirken Kartezyen okulun sözde bireyciliği bütün düzenlilikleri bilinçli düzenleme ürünü olarak görür. Bundan daha mühimi, aklın her bir bireycilik geleneğindeki yeridir. Gerçek bireyciliğe göre insan sahip olduklarını aklın sınırlı gücüne ve insanın bütünüyle değil kısmen aklı tarafından yönlendirilmesine rağmen kazanmıştır. Diğer bireycilik nazarında ise sınırsız güce sahip bir akıl herkes için aynı derecede elde edilebilirdir ve insanın kazandığı herşey akıl tarafından kazanılır ve aklın kontrolüne tabidir. Birincisi insanı tevazuya ve sosyal işbirliği sürecine katılmaya yönlendirirken, ikincisi aklın gücüne aşırı bir inanç besler ve akıl tarafından biçimlendirilmemiş veya aklın kavrayamadığı her şeyi küçümsemeye teşvik eder.
Hayek'e göre Adam Smith'in temel ilgisi insanın en iyi olduğu zaman ne kazanabileceği değil, insanın en kötü durumunda zarar vermek için en az fırsata ve imkana sahip olmasıydı. Onun ve çağdaşlarının savunduğu bireyciliğin temel meziyeti, içinde kötü insanların diğer insanlara en az zararı verebileceği sistem olmasıydı.
Bu sistem işleyebilmek için onu işletecek iyi insanlara veya bütün insanların şu an olduklarından daha iyi olmasına dayanmamaktaydı. Ayşe Buğra'nın da isabetle teşhis ettiği gibi, Smith'in bireyciliği insanların kötü olma kapasitesine rağmen herkese yararlı olabilecek bir sistemin olan aklılığını göstermekteydi. Smith ve arkadaşlarının s!stemi bütün çeşitlilikleri ve karmaşıklıklarıyla, bazen akıllı ve fakat daha ziyade saf ve yetersiz yanlarıyla bütün insanları hesaba almakta, hepsini sistem içine yerleştirmekteydi. Onların başlıca hedefleri, insanları sınırlamak yerine bünyesinde onlara özgürlük vermenin mümkün olacağı bir sistemdi.
Düşünce tarihine baştan sona göz gezdirildiğinde, fikir adamlarının bir sosyal düzenin temellerini iki yerde aradığı görülmektedir: İçgüdülerde veya akılda. İlk insan toplumlarının içgüdülere dayanan toplumlar olduğu açıktır Hayek'e göre. Bu toplumlar her şeyden önce nüfus olarak çok dardılar ve sınırlı bir mekanda yaşarlardı. Homo sapiens'lerin biyolojik yapısının oluştuğu ve belki milyonlarca yıl süren bu dönemde ilk atalarının geliştiği küçük topluluklarda yaşamaya alıştı insanlar. Bu gruplardaki insanların genetik olarak aldıkları özellikler onları işbirliğine itmekteydi. Grup dardı, üyeleri biribirlerini bilen ve biribirlerine güvenmek zorunda olan kimselerdi. "İlkel" sıfatıyla va sınıflandırabileceğimiz bu grubun üyeleri somut, çevrelerinden kaynaklanan bir ortak amaçlar hiyerarşisi ve yine aynı özelliklere sahip bir tehlikeler ve fırsatlar algılaması tarafından yönlendirilmekteydi. Tabii ki, başlıca gayretleri yiyecek ve sığınak temin etmekti. Dayanışma ve altruizm duygularına dayanan grup hayatı esastı ve bu duygular her grubun kendisi için geçerli olup diğer grupları kapsamazdı. Bu grupların üyeleri ancak ve ancak grup içinde varolabilirlerdi, tecrit edildikleri vakit hayatlarını sürdüremezlerdi. Bundan dolayı, Hayek'e göre, Hobbes'un tasvir ettiği ilkel bireycilik bir hayaldir, barbar (vahşi) adam hiçbir zaman münferit olmamıştır. Onun içgüdüleri kollektivisttir ve hiçbir zaman "herkesin herkesle savaştığı" bir durum yaşanmamıştır.
Hayek'e göre, genişletilmiş düzeni üreten ve insan toplumlarının bugünkü hacimleriyle varolmasını mümkün kılan, tedrici olarak gelişen, özellikle bireysel mülkiyet, dürüstlük, sözleşme, değişim mübadele, ticaret, rekabet, kazanma ve özel hayatla (privacy) ilgili insan davranışı kurallarıdır. Bütün bu kurallar, içgüdülerden çok gelenek, öğretme ve taklitle kuşaktan kuşağa nakledilirler ve büyük ölçüde bireylere neleri yapmamaları gerektiğini söyleyerek bireysel kararlar için intibak edilebilir alanı belirleyen yasaklamalardan oluşurlar. Hayek bu kurallarda kabile hayatından uygarlığa uzanan yolu bulmaktadır. İnsanoğlu uygarlığa, ilk önce kabile sınırları içinde, daha sonra daha geniş sınırlar içinde, çok defa içgüdülerinin ona yapmasını söylediği şeyleri yasaklayan kuralları geliştirerek ve bunları izlemeyi öğrtnerek ulaşmıştır. Bu kurallar kabile hayatında geçerli olan ahlak anlayışı yerine yeni bir ahlak geliştirmiştir ve kabile hayatından geniş sosyal düzenlere geçiş böylece mümkün olabilmiştir.
Sırf dayanışmaya, altruizme, diğerleri için yapılacak fedakarlığa dayanan bir düzende pek az insan verimli ve üretici olacaktır. Eğer bize yapılan her yardım çağrısına kulak verme durumunda olsaydık, bu bize, bizi en iyi yapacağımız işten alıkoymak suretiyle yüksek bir maliyet bindirir ve muhtemeldir ki bizi belirli çıkar gruplarının veya belirli ihtiyaçların izafi önemiyle ilgili görüşlerin aleti durumuna düşürürdü. Üstelik, alakadar olduğumuz talihsizliklerin giderilmesinde de fazla yardımcı olmazdı. Aynı şekilde, yabancılara yönelik içgüdüsel saldırganlık da, eğer bütün insanlara aynı kurallar uygulanacaksa, sınırlanmalıdır. Bundan dolayı genişlemiş düzene geçiş insanların diğerlerine yönelik "doğal" veya "içgüdüsel" özelliklerinin değişmesini gerektirmiştir. Bernard Mandeville bunu görmüş ve genişlemiş düzenin gelişmesi için insanın bazı "iyi" içgüdülerini sınırlaması gerektiğini belirtmiştir. Buna karşılık, Rousseau "doğal" yana meyletmiş, insanların içgüdülere dayanan hayatının daha "iyi" olduğunu söylemiş ve o hayata büyük bir özlem duymuştur.
Bazı mallar ve hizmetler vardır ki Hayek bunları "kollektif eşyalar" adıyla sınıflandırmakta ve onları sadece belirli kimselerin yararına kullanımına sunmanın ya teknik olarak imkansız ya da bunu imkansız kılacak kadar pahalı olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla bunların herkese sağlanması gerekmektedir. Bunlar arasında şiddete ve salgın hastalıklara, sel ve çığ gibi tabii afetlere karşı korunmanın yanında modern şehirlerde hayatı çe kilir hale getiren yollar, ölçü standartları, toprak kayıtları ve harita hazırlamaktan pazara sunulan bazı mal ve hizmetlerin kalitesinin belgelendirilmesine kadar enformasyon hizmetleri de yer almaktadır. Çoğu durumda bu hizmetler onu sunanlara bir kazanç getirmeyeceği için pazar tarafından sağlanamayacaklardır. İşte bunlar kollektif eşyalar veya kamu eşyalarıdır ve bunların tedariki için bireysel kullanıcılara satılmasından farklı yollar bulmak gerekecektir.
Bu amaçlarla devletin vergileme yolunu kullanmasını haklı ve meşru bir yol olarak görmektedir Hayek. Yeter ki bu zorlama özellikle belirli bireyleri veya grupları kapsıyor olmasın ve herkese uygulansın. Ancak, belirli hizmetlerin yerine getirilmesi için vergileme yoluyla kaynak oluşturmanın meşruluğu, bu gücün ille de tek bir otoriteye, merkezi hükümete verilmesi gerektiği anlamına gelmez.
Aslında bu gücün belirli ölçülerde mahalli ve bölgesel otoritelere aktarılması hükümet eyleminin yük ve yararlarının dengeli olmasını garanti etmenin muhtemelen en iyi yoludur.
Hayek'e göre özgür bir toplumda sosyal adalet kavramı boş ve anlamsızdır. Bu birçok kimseye çok şaşırtıcı, hatta dehşet verici gelebilir. Fakat insanların hayatlarındaki (kaderlerindeki) hiçbir insanın sorumluluğunda olmayan farklılıkları adaletsizlik olarak adlandırmak gülünçtür. Bir ailenin durumu gittikçe iyileşirken başka bir ailenin felaketlerle karşı karşıya gelmesi; aynı meziyetlere sahip ve aynı gayreti gösteren kimselerden bazıları başarısızlığa düşerken bazılarının büyük başarılara ulaşması; çocuklarını meslek sahibi, mükemmel bir bilim adamı olarak yetiştirmek isteyen ailelerin muvaffak olamaması hep insanı üzecek durumlardır, ama bunları adaletsizlik diye adlandırmak yanlıştır. Aynı şekilde özgür bir toplumda maddi şeylerin dağılımında da hoşumuza gitmeyen durumlar olabilir. Özellikle kendi açımızdan gelirimizden şikayetçi isek bize "adaletsizlik" yapıldığını söylerken, genellikle birini değil toplumu şikayet etmekteyizdir. Bu yönüyle toplum beklentilerimizin yerine gelmemesinden sorumlu tutacağımız yeni bir kutsallık öznesi olmuştur adeta.