“Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı.
Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti.
Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı.
Yataktan bir hamlede fırlayan oğluyla beraber tekrar yatağa düştükleri
zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi.
Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler?
Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı?
Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek
kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı! Ali semaveri, içinde
ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi.
Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.
Sabahleyin Ali’nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen
salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler…
Halıcıoğlu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün
Haliç’i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü.
Demek ki, Ali’miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik
amelesi için hassasiyet, Haliç’te büyük transatlantikler sokmaya benzerse de,
biz, Ali, Mehmet, Hasan, biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.”