"Bakın efendim:Aklı takdir etmemek mümkün değil tabii,ama onun kendi çerçevesini hiçbir zaman aşamadığını,insanın yalnız kafa ihtiyaçlarına cevap verebildiğini de kabul etmek lazım;halbuki arzu,aklı da,başka çeşit özentileri de içine alan bütün hayatın,yani bir insan hayatının en kudretli ifadesidir.Gerçi bu çoğu zaman hayatımıza beş para etmez bir şekil veriyor,fakat gene de unutmayalım ki hayat hayattır,karakökü almak değil."diye kendince mantıksal açıklamalarda bulunan isimsiz karakterimizin beyin kıvrımlarında dolanıyoruz kitabın ilk bölümünde.Kendini eleştiriyor,eziyor,yalnızlığının ve hezeyanının sebebini kâh toplumda arıyor,kâh kendi bilinçdışı yönelimlerinde...İkinci bölümde yine kafa sohbetleri devam ediyor ama sosyal çevreye bakışını,minik minik olayları ve bu olaylarla ilgili çıkarımları var.
Daha ilk satırlarda "..yemin ederim ki,her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır;gerçek,tam manasıyla hastalık..." diyen bir karakterin iç dünyası ve sosyal hayatı arasında gitgellerden bunalıp kendi kendinin cehennemine dönüşmesi kaçınılmaz,hissettiriyor başlarken zaten.Zannımca Dostoyevski bizlere herkesin kendi derinliğinde toplum kurallarına,isteklerine hatta ve hatta kendi öz arzularına karşı tahammülsüzlüğünü,güvensizliğini imgeliyor.Bilinçdışına neşter vuruyor.Çıkarlar,dışlanmışlık,iç hesaplaşma,arzular,toplumla yaşanılan çarpışmalar...insanın yeraltında ne tortular varsa işte...hepsini pat diye koyuyor eteğinize.Ayıklayın...Kendimize söylediğimiz yalanlardan kurtulup paravan arkasındaki iç sohbetimiz.Bizi anlatıyor.Ah bilinç...Fazla bilinç...