Savaş, Gazze'nin semalarını gri bir bulut gibi örteli çok olmuştu. İnsanlar artık gökyüzüne bakmayı unutmuştu, çünkü baktıklarında gördükleri yalnızca duman ve yıkıntılardı. Ben, Sere, savaşın ortasında kalmış bir gazeteci olarak, bu hikayeyi yazmaya başladığımda, yalnızca kendim için değil, burada yaşayan herkesin sesi olmak için yazıyordum. Çünkü kelimeler bazen kurşunlardan daha güçlü olabilirdi.
Her şey, bir bombanın ansızın patladığı o gün başladı. İlk defa o an, korkunun kemiklerime kadar işlediğini hissettim. Ancak aynı anda başka bir şey daha doğmuştu içimde: İnsanların acılarını ve direnişlerini tüm dünyaya göstermek için güçlü bir arzu.
Gazze'ye ilk adım attığım anı hatırlıyorum. Uçaklar alçaktan uçuyor, yerdeki insanlar korkuyla başlarını eğiyorlardı. Yüzümde hissettiğim sıcak rüzgar, patlamaların getirdiği bir ikaz gibiydi. Elimdeki deftere ilk cümleyi yazarken, bir çocuğun hıçkırıklarını duydum. "Anne... Anne nerede?" diye soruyordu. Gözlerim sese doğru kaydı; yıkılmış bir evin önünde, küçük bir çocuk enkazın arasında çaresizce annesini arıyordu.
O an, kalbime bir hançer saplanmış gibi hissettim. Bu hikayenin başlığı ne olacaktı? “Anne Nerede?” Belki de bu, Gazze’deki herkesin sorduğu soruydu.
Yazmaya devam ettim. Kelimelerim bu çocuklar, anneler, babalar ve hayatta kalmaya çalışan her insan için bir köprü olacaktı. Amaç basit değildi: Savaşların kökten sona ermesi için bir umut yaratmak.
O ilk gece, defterime şu cümleyi yazmıştım: "Gazze, yalnızca bir coğrafya değil; insanlığın vicdanını sınayan bir aynadır."
Ertesi gün, daha önce hiç görmediğim kadar büyük bir yıkımla karşılaştım. Bir mahalle tamamen yok olmuştu. İnsanlar enkazdan eşyalarını değil, hayatlarının parçalarını kurtarmaya çalışıyordu. Yanımdan geçen yaşlı bir adam, ellerinde tuttuğu tozlanmış bir çerçeveyi sıkıca kavramıştı. Çerçevenin içindeki fotoğrafa baktım; genç bir kadın ve bir çocuk, mutlu bir anı ölümsüzleştirmiş gibiydi. Adam bana dönüp titreyen bir sesle, "Bu benim kızım ve torunum. Evimiz yok oldu ama anılarımızı kaybedemem," dedi.
O an, hayatın ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha anladım. Kameramı kaldırıp bu anı ölümsüzleştirdim. Çünkü bir gün bu fotoğraflar, savaşın karanlık gölgesine karşı insanlığın ışığını gösterecekti.
Akşam olduğunda yorgun ama kararlıydım. Gün boyunca yazdığım notları düzenlerken, içimde bir ses sürekli tekrarlıyordu: "Bu hikayeler unutulmamalı. İnsanlar, başka insanların acılarına kör olmamalı." Savaşın ortasında, gerçekler en güçlü silah olabilirdi. Ve ben, bu silahı kullanmaya kararlıydım.
Üçüncü gün, bombardıman bir an olsun dinmemişti. Sabah erkenden çıktığımda, şehrin sokaklarında yankılanan siren sesleri eşliğinde ilerledim. Yusuf rehberlik etmeye çalışsa da, hissettiğim çaresizlik onun söylediklerini gölgeledi. İnsanların yüzlerindeki korkuyu ve yorgunluğu izlerken, içimde hem bir öfke hem de bir güç hissediyordum. Bu savaşın son bulması için daha çok yazmalı, daha çok göstermeliydim.
Bir noktada durdum ve defterimi çıkardım. İnsanların koşuşturmasını, ambulansların ardı ardına gelip gidişini not ettim. "Burada her şey süreklilik içinde bir yıkım," diye yazdım. "Ama bu yıkımın ortasında bile hayatta kalmaya çalışan insan hikayeleri var."
Hastaneye gittiğimde Leila’nın gözlerindeki umudu bir an bile kaybetmediğini fark ettim. Onunla konuşmak bana ilham verse de, geri döndüğümde odaklandığım kişi yine kendimdim. Bu hikayenin yükünü omuzlarımda hissediyordum. Yazdıklarım, doğru insanlara ulaşacak mıydı? İnsanlar bu kelimelerin ardındaki acıyı gerçekten anlayabilecek miydi?
Gece, gaz lambasının titrek ışığında otururken defterime şu notu düştüm: "Benim görevim yalnızca görmek değil, anlamaktır. Anlamadan yazılan her kelime, bir ağırlıktan yoksundur. Ama anlamak için bu acıya daha ne kadar dayanabilirim?"
Dördüncü gün, güneş doğmadan yola çıkmıştım. Yusuf, beni sınır hattına yakın bir köye götürüyordu. "Burada daha önce hiç bulunmadım," dedim, bir yandan da çevreyi dikkatlice inceliyordum. Etrafta derme çatma barınaklar ve moloz yığınları vardı. Ancak köyün sessizliği tüyler ürperticiydi. Yusuf, biraz gergin bir ses tonuyla, "Burası son zamanlarda daha tehlikeli hale geldi," dedi. "Ama sen görmek istiyorsun, değil mi?"
Tam o sırada uzaklardan bir grup askerin yaklaştığını fark ettim. İsrail askerleriydi. Ellerinde silahlar, yüzlerinde ifadesiz bir soğukluk vardı. Kalbim hızla atmaya başladı. Yusuf, "Sessiz kal ve onları provoke etme," diye fısıldadı. Ancak ben, kalemimi daha sıkı kavradım. Bu an, yazmam gereken bir gerçekti.
Askerlerden biri bize yaklaştı. "Burada ne yapıyorsunuz?" diye sordu sert bir tonla. Elimdeki not defterini gösterdim. "Ben gazeteciyim," dedim. "Sadece yazıyorum."
Adam gözlerini kısarak deftere baktı. "Yazdıkların kimsenin umurunda değil," dedi alaycı bir şekilde. "Burada olanları değiştiremezsin."
Bu sözler içimde bir öfke dalgası yarattı. "Ama sizin eylemleriniz dünyayı değiştiriyor, değil mi?" diye karşılık verdim soğukkanlı bir sesle. Aniden çevresindeki askerler dikkat kesildi. Adamın yüzündeki alaycı ifade silinip yerini sert bir ifadeye bıraktı.
"Daha dikkatli ol, gazeteci," diye uyardı. Ama ben geri adım atmadım. "Dikkat etmeye çalışıyorum, ama gördüklerimi yazmadan da edemem," dedim. Bu sözler, onu daha da sinirlendirmişti. Adam bir işaret verdi ve iki asker beni kolumdan tutarak sert bir şekilde kenara çekti.
"Seni sorgulamamız gerekecek," dedi. Yusuf, endişeyle bir şey söylemek için atıldı ama susturuldu. Askerler beni zorla bir araca bindirdi. O an, bu durumun beni korkutmak için bir taktik olduğunu düşündüm. Ama içimde bir başka ses, bu karşılaşmanın çok daha karmaşık bir hal alabileceğini söylüyordu.
Araç, dar ve karanlık bir yolda ilerlerken, zihnim hızla çalışıyordu. Not defterimi sıkıca kavradım. Eğer bir fırsat doğarsa, buradan kurtulmayı başarmalıydım. Bu hikayeyi tamamlamam gerekiyordu. Yol boyunca askerlerin birbirleriyle konuşmalarını dinledim. Aralarından biri, "Gazeteciler hep sorun çıkarır," dedi alaycı bir tonda. Diğeri ise, "Bu kadının kararlı bir yanı var. Bizi kolay kolay bırakmaz," diye karşılık verdi.
Beni bir binaya götürdüler. Ellerimi bağlayarak küçük, loş bir odaya koydular. Duvarlarda eski posterler ve çatlaklar vardı. Bir köşede duran metal masa, soğuk bir sorgu odası atmosferi yaratıyordu. Ama korku yerine, içimde daha da güçlenen bir azim hissediyordum.
Defterim, cebimde sıkışmış haldeydi. Yazmam gereken daha çok şey vardı. Bu yüzden buradan çıkmanın bir yolunu bulacaktım. Kendi kendime, "Bu yalnızca bir durak," diye fısıldadım. "Hikaye burada bitmeyecek."