Rivayete göre, çok eski zamanlarda bir prens varmış. Bu prensi belli aralıklarla diyardaki çark çalanlar, beyaz atlı korlar, kuzgunlar, çöl yongbileri, kaya kelcükleri ve diyarın bütün sakinleri rüyalarında görmüş.
Diyar sakinleri bu prensi, diyarda yaşayan bir büyücü kadından doğarken görmüşler. Belli aralıklarla rüyalarında bu prensin bebeklik, çocukluk ve gençlik hallerini görmeye başlamışlar. İlk başlarda kimse kimseye bir şey söylememiş ama olay sıklıkla görülmeye başlayınca yavaş yavaş fısıltılar duyulmaya başlamış.
Zaman ilerledikçe, bu prens rüyalarda büyüdükçe, korlar kor alevlerde, kuzgunlar derin karanlıklarda kaybolmaya başlamış. Prens büyüdükçe rüyalarda büyümüş. Rüyalar gün geçtikçe daha çok kararmaya, daha çok karışmaya, daha çok taraflaşmaya dönmüş. Zaman geçtikçe bu prens yüzünden diyar sakinleri rüya âleminde birbirlerine düşman olmuş. Bu prens yüzünden diyar sakinleri rüya âleminde birbirlerine düşman olunca taraflaşmaya başlamışlar.
Bu yüzden gerçek hayatta da bazı diyar sakinleri birbirlerine düşmanlık beslemeye başlamış. Diyarda bazı değişiklikler görülmüş. Çark çalanlar ve kuzgunlar birbirleriyle tartışmış. Ormandaki korlar, kendini çarkları korumaya adamış. Zaman geçtikçe çöl yongbileri yavaş yavaş ortadan kaybolmuş. Diyarı buz gibi bir sessizlik, buz gibi bir düşmanlık sarmış.
Bu sessizlik, büyücü kadın gerçek hayatta diyar sakinlerinin gördüğü gibi bir oğul doğurana kadar sürmüş. Gerçekten de büyücü kadın bir oğul doğurmuş. Büyücü kadın bir oğul doğurunca diyar ikiye bölünmüş. Bu oğul daha büyümeden, diyar sakinleri doğan bebeği kendilerine prens tayin etmiş.
Bu prens için diyar sakinleri birbirleriyle kavga etmeye başlamış. Zaman ilerlemiş. Bebek büyümüş, genç olmaya başlamış. Taraflar daha çok kızışmış. Genç prens için rüya âlemindeki gibi birbirlerinden can almaya başlamışlar. Kuzgunlar ve yongbi çölleri, prensi korumuş ve onun tarafına geçmişler. Diyarın bazı büyücüleri ve önde gelenleri lordun tarafına geçmiş, lord için çarpışmışlar.
"Peki, lord neyi istiyormuş? "
Lyra, " lordun 7 çarkı çevirmek istiyordu.Çarkları çevirip diyar diyarların kapısını açmak..."
Yürüyorduk ve ben Lyra'nın dediklerine inanamıyordum. Çocukluğumdan beri ilk defa farklı yerler ve farklı isimler duyuyordum. Lord kimdi? Çarklar ne işe yarıyordu? Biz nereye gidiyorduk, hiçbir şey bilmiyorum. Sadece uzun ağaçların arasından yürüyoruz. Kafamda kuruyorum ama bir türlü oturtamıyorum. Sormalıyım.
Lyra, konuşuyorken sormalıyım...
"Çarklar? Ne çarkı?"
"Milas'taki zaman çarkları."
"Milas?"
"Milas, diyarın en önemli yeri. Lordun istediği zaman çarkları orada bulunuyor. Çarkları ise beyaz atlı korlar koruyor. Siz çocuklar, Kızıl Orman’dan reşit olmadan çıkamadığınız için bilmezsiniz ama yakında hepiniz öğreneceksiniz. Bu hafta hepinizi tek tek ormandan çıkaracağız. Diyarın belli yerlerini göreceksiniz."
"Peki biz bugüne kadar neden ormandan çıkamadık?"
Ufak bir ses duyuldu. Lyra ve etrafı inceledi, Hildon gerildi. Biraz etrafa baktılar, sonra dönüp bana "Fazla soru soruyorsun, ufaklık" dedi. O konuya girmek istemedi, merakımı gideremedi. Büyük ihtimalle kızmış olmalıydı. Ama bazı şeyleri öğrenmem gerekiyordu.
"Bu zaman çarkları ne işe yarıyor?"
Arkasını döndü, bana donuk bir bakış attı. Derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı...
Bu 7 zaman çarkı, belli stratejik yerlerdeki belli zamanlara açılıyor. Açıldığı dönemler, dünyaya hâkim olan imparatorlukların hâkim olmaya başladığı dönemlere veya dünyayı ele geçirdiği dönemlere denk geliyor.
"Nasıl yani?"
Kısacası, yıkımın bittiği, savaşın kazanıldığı döneme. Mesela bir savaş düşün. Bu savaşta iki taraf olduğunu düşün; biri kaybediyor, biri kazanıyor. Kazanan taraf dünyaya hâkim oluyor. İşte bu çarklar bizleri tam o ana yolluyor. Dünyanın 7 kritik savaşına. 7 kritik savaşta 7 imparatorluk ve 7 dünya hakimi ortaya çıkıyor.
İşte prens de bunu istiyor; dünyanın kırılma noktalarını. Eğer bu noktalara gidip olayları lehine çevirirse, geçmiş ve gelecekteki bütün savaşları kazanacağına inanıyor. Dünyaya böyle hâkim olacağını zannediyor. O yüzden bazı diyar sakinleri prensi haklı buluyor, onun tekrardan karanlıktan çıkıp gelmesini bekliyor.
Konuşma sürüyor, biz ise Kızıl Orman’ın içerisinde ilerliyorduk. Hem nereye gittiğimizi hem de konunun nereye bağlanacağını merak ediyordum. Başımızda bulunan Hildon yanımızda yürüyor, Lyra ise olayları anlatıyordu. Orman yavaş yavaş sığlaşıyor, gökyüzüne kadar uzanan büyük yeşil ağaçlar gittikçe kısalıyordu. Ağaçların altındaki yosunlar azalıyordu. Bize çocukluktan beri güneye gitmenin tehlikeli olduğu anlatılıyordu. Biz ise şu anda güneye doğru ilerliyorduk, çünkü ilk defa ağaçların bu kadar kısaldığını görüyordum. Hayranlığımızı gizlemeye çalışırken, Lyra’nın hikâyeye devam etmesini istiyordum.
Hildon konuşmuyor, etrafı inceliyordu. O esnada üzerimizden bir şey geçti. Bu diyarda ilk defa böyle bir şeyin sesini duydum. Hildon ve ben yukarı baktık. Çok gerildim ama yanımızda Hildon vardı; o yüzden korkmuyordum. Önündeki siper gibi göğsünü ve boynunun kalınlığını gördükçe rahatlıyordum. Kolları kısa olmasına rağmen, boyu kısa olmasına rağmen, kilosu ve cüssesi ile güvenimi tazeliyordu.
Hildon biraz etrafı inceledi, o cisim tekrardan üzerimizden geçti. Kafamı kaldırdım ama ağaçlardan ne olduğunu göremedim. Ağaçlar kısalmıştı ama üstümüzden geçen nesneye göre hâlâ büyüktü, o yüzden bizi göremiyordu. Hildon durumun farkına vardı. Kollarını açtı, yukarıya doğru sallamaya başladı. Lyra sadece etrafı seyrediyordu. Ben ise Hildon’un hareketlerine gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Önümde kısa kollu, kısa boylu bir tomar garip hareketler yapıyordu. Gülmemeliydim, gülmemeliyim... Kahretsin!
Kendimi daha fazla tutamadım. Kahkaha sesim ormanda yankılandı. Kendimi yerde yuvarlanırken buldum. Gülmekten karnıma ağrılar girdi. Gülmekten gözlerimi açamadım. Gözlerimden yaş geliyordu. Daha fazla rezil olmamak için kendimi toparlamalıyım, bunu yapmalıydım. Kafamı kaldırdım, göz yaşlarımı sildim ve Lyra’nın donuk bakışlarıyla karşı karşıya kaldım.
“Bu kadar yeter, prenses,” dedi. Kafasını Hildon’a çevirdi, kafa işareti verdi. Hildon iki kısa kolunu birleştirip yumruk haline getirdi. Bütün gücüyle yere vurdu. Ondan sonra her şey bir rüyaya benziyordu. Bir anda her şey yavaşladı. Yanımda duran ağaçların yosunları söküldü, yerdeki çakıl taşları benimle birlikte yukarı doğru yükselmeye başladı. Tek yükselmeyen şey vardı; o da Lyra’ydı. Mor uzun saçları, siyah uzun çizmeleri, üstünde duran siyah uzun ceketi bile kımıldamamıştı. Aynı donuk bakışla etrafa bakıyordu. Hızlı hareketlerle yukarıdaki uçan cismi arıyordu. Bizim ise hareketlerimiz yavaştı. Yukarı doğru baktığını görünce ben de kafamı yukarı kaldırdım. Yerdeki çakıl taşları aynı düzeyde yukarı doğru kalkıyor, bir kasırga gibi şekil oluşturuyordu. Yere dökülen yapraklar tekrardan yukarı doğru çıkıyordu. Ben ise yavaş hareketlerle gökyüzünde dolaşan cismi arıyordum. Yavaş hareketlerle gökyüzüne bakıyordum. Biraz baktıktan sonra üzerimizde dolaşan şeyi gördüm. Gördükten sonra gözlerime inanamadım. Bu bir kuzgundu. Üzerimizde dolaşan şey, çocukluğumuzdan beri efsane diye anlatılan kuzgun, karanlığın tek alamadığı kuzgun Arendi!