DEATH ANGEL

BÖLÜM:1 FARKLI BİR DÜNYA

1
50
28
♬War Of Hearts♬ Kendimi oldum olası bir insan olarak görmüştüm. Efsaneler benim için bir masaldan ibaretti. Gerçekler ise benim yol güzergâhımdı. Elimdeki tüm gerçeklerle yola çıkmıştım ve pes etmeye de hiç niyetim yoktu. İnsanların uydurduğu saçma şeylere alet olamazdım. İnandığım tek şey ise Tanrıların olduğuydu. Bu dünyanın bir yaratıcısı olduğu bir gerçekti benim için. Yıllar önceki bir yıkımda ailemi kaybetmiş olsam bile yaşamaya devam ediyordum. İnsanların uydurduğu saçma hikâyeler yüzünden ölen ailem. Henüz çok küçükken öldükleri için yüzlerini hiç görmemiş olsam bile kalbimde varlıklarını hissedebiliyordum. Şu güne kadar kendimi asla yalnız hissetmemiştim. Bir dileğim olsaydı muhtemelen ailemi görmek isterdim. Ama böyle bir şeyin sadece masallarda gerçek olabileceğini biliyordum diğerlerinin aksine. Yine normal bir günde bir tavernadaydım. Bir masada oturmuş uyduruk söylentilere kulak kesilmiştim. Her zamanki gibi bir adam "Buldum! Buldum! Yaradılışın gizemini buldum!" diye bağırışı beni güldürmeye yetiyordu. İnsanlar sefil varlıklardı. Gücü kendilerinde bulamayınca bir başkasında arıyorlardı ve şuanda olduğu gibi. Çaktırmadan olduğum yerde adamı dinlemeye başladım. Bir efsaneye göre diyerek söze başladı. "Henüz dünya yaratılmadan önce üç tane tanrıça varmış. Bunlardan ilki Tanrıça Mari yani insanların koruyucusuymuş. İkinci Tanrıça Urgün Meleklerin koruyucusuymuş. Son Tanrıça Lilya ise Şeytanların koruyucusuymuş. Bu üç tanrıça bir gün bu evreni yaratmış. İlk önce evreni üçe bölmüşler: insanlar, Melekler ve şeytanlar. Evrenin yaratılışından kısa bir süre sonra ise bir kargaşa çıkmış. Buna Kanlı Ay kargaşası demişler. O gece ay kana bürünmüş. O gün tanrıçaların bir sonu ve bir yıkımın başlangıcı olmuş." Adam konuşmasını yarıda kesip içkisinden bir yudum aldı ve anlatmaya kaldığı yerden devam etti. Bende aynı şekilde adamı dinlemeye devam ettim. " Daha sonra tanrıçalar bu yıkımı durdurmak için dünyayı üç ayrı topraklara bölmüşler: İnsan toprakları, Melek toprakları ve son olarak da şeytan toprakları. İnsanlar ve Melekler arasında görünmez bir duvar örerek bu yıkımı durdurmaya çalışmışlar. İnsanlar ve Melekler arasındaki bu gerilim dursa da şeytanlar durmamış. En sonunda tanrıçalar bir karara varmışlar ve tüm dünyayı yıkımdan koruyacak bir koruyucu seçmişler. Kendi güçlerinden parçaları küçük bir insan kız çocuğuna devretmişler. Böylelikle dünyada çıkan bu yıkım uzun bir süre son bulmuş. Tanrıçalar kızı tıpkı kendi çocukları gibi eğitmeye başlamış. Ta ki bir gün şeytan kral bu kızın varlığını öğrenene dek. Şeytan kral ya da bir diğer ismiyle ölüler kralı kızı tanrıçalardan almak istemiş. Tanrıçalara yapılan bu hakaretten sonra tanrıçalar şeytan kralı arafa hapsetmiş." Adam yine aynı şekilde içkisinden bir yudum aldı ve anlatmaya kaldığı yerden devam etti. Bende adamın söylediklerine iyice kulak kesilmiştim. Hikâye beni fazlasıyla içine çekmişti. Dikkatle dinlemeye devam ettim. "Uzun yıllar boyunca arafta mahsur kalan şeytan kral oradan çıkmanın yollarını aramış. En sonunda tanrıçalar buna son vermek adına şeytan kralı cehenneme sürgün etmiş ve kızı en güvenli olan insan diyarına götürmüşler. Bu sırada dünyada beş büyük ruh ortaya çıkmış. Tanrıçalar bu ruhları evrenin gizli yerlerine saklamışlar. Bir daha büyük bir felaket çıkmaması adına bu ruhları sonsuza dek mühürlü kalacak şekilde mühürlemişler. Başka bir efsaneye göre bu ruhları sadece ama sadece tanrıçaların kızı bu mühürden kurtarabilirmiş. O günden sonrada tanrıçalar bir daha asla ortaya çıkmamış. Bir başka söylentiye göre ise tanrıçaların kendilerini yok ettiği söylentisiymiş. Bu ruhların parçaları aslında kendi güçlerinin de bir parçasıymış. Ayrıca bu evrenin de yaşam enerjisi olduğunu söyleyenlerde var." Adam anlatacaklarını bitirip içkisinden bir yudum daha aldı. Bende olduğum yerden kalkarak tavernadan dışarı çıktım. Bir yandan da adamın anlattığı efsaneyi düşünüyordum. Şu ana kadar çok fazla efsane duymuştum. Ama bu anlatılan efsane şu ana kadar duyduklarımın arasında en inandırıcı olanıydı diye düşündüm. Yine de sadece bir uydurma olduğuna kendimi inandırmaya devam ettim. Hava yavaştan kararmaya başlıyordu. Ay yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. İnsanlarda evlerine çekilmeye başlamıştı. Bende hızlı adımlarla başka bir tavernaya girdim. Burası kaldığım tavernaydı. Tavernanın sahibiyle uzun uğraşlar sonucu burada kalmaya ikna etmiştim. Tavernaya girdiğimde ilk gözüme çarpan şey masada oturan bir yabancı oldu. Yüzünü yüzüne taktığı peçe yüzünden görememiş olsam da o anda göz göze geldiğimizi anlamıştım. Tavernanın merdivenlerine doğru gidecekken o yabancı bir anda beni durdurdu. Olduğum yerde şaşkınlıkla yabancıya bakıyordum. Yabancı yavaşça peçesini sadece benim görebileceğim şekilde aşağı indirdi ve o anda o yabancının kim olduğunu anladım. "Seni burada beklemiyordum. Neden buralara gelmeye zahmet ettin? İzimi kaybettirdiğimi düşünüyordum oysa." Yüzüne hayal kırıklığı ile bakmaya başlamıştım. Buraya gelmemeliydi. Ona defalarca dememe rağmen karşımda dikilmişti. "Mahsuru yoksa benimle dışarı gelebilir misin diyecektim. Ama sen bilirsin. Gidiyorum öyleyse." Tekrar peçesini takıp bana hafifçe gülümseyip tavernanın kapısına doğru yöneldi. Sakinleşmek için içimden derin bir nefes aldıktan sonra onu kolundan yakaladım ve kendime çektim. "Öyle olsun şapşal. Hadi, Gidelim!" Bu ani hareketim onu şaşırtsa da bana bakarak tekrardan sırıtmayı unutmadı ve birlikte tavernadan çıktık. Etraf iyice karanlığa bürünüyordu. Güneş tüm ihtişamıyla batıyordu. Birlikte tavernadan uzaklaştığımızda nereye gittiğimizden habersiz bir şekilde peşinden gidiyordum. Tavernadan iyice uzaklaştıktan sonra bahçe gibi bir yere gelmiştik. Gün batımı buradan daha güzel görünüyordu. Hayranlıkla manzaraya bakmaya başlamıştım. O da bunu fark etmiş olacak ki başını benim baktığım yere çevirdi. Hiç düşünmeden yanıma yaklaştı, ellerimden tutu. Bu hareketi beni şaşırtmıştı. Ama tepki vermeden aynı şekilde manzaraya bakmaya devam ettim. "Seni tekrar görmek güzel Karmina. Bir daha asla görüşemeyeceğiz sanmıştım." Öyle bir söylemişti ki bir anda nerede olduğumuzu unutup kollarına atladım. O da bana sıkıca sarıldı. Birkaç dakika böyle kaldıktan sonra narince kollarını benden ayırdı. "Bir daha görüşmeyecektik oysa." Dedikten sonra parmak ucuma çıktım ve yüzündeki peçeyi suratından çekerek çıkardım ve peçesinin altından o muzip bakışlarını tekrar görmek bana cidden iyi gelmişti. Tekrar karşılaşıyor olmamız beni heyecanlandırmaya yetmişti. Eski dostlukların asla bitmeyeceği gerçeğinin doğru olduğunu bir kez daha anlamıştım. Belki bundan sonra bir daha asla görüşemeyecek olsak bile dostluğumuzun bir daha asla bitmeyeceğine olan inancım tamdı. Kendimden emin bir şekilde ona bakarak hafifçe sırıttım. O da aynı şekilde bana bakarak gülümsedi. İçimden bir ses burada olmasının başka bir nedeninin olduğunu söylüyordu. "Neden buraya gelme zahmetine girdin? Sadece beni özlediğin için gelmiş olmazsın." Onu çok iyi tanıyordum. Eğer cidden bir sorun yoksa gelme zahmetine bile düşmezdi. Ama şuanda karşımda dikilmiş bana bakıyordu. Beni uzun bir süre izledikten sonra derin bir nefes aldı. "Anlayacağını biliyordum. Beni sende tanıyorsun." Sakin bir şekilde yüzümü yüzüne bakacak şekilde çevirdim. Güneş artık tamamen batmıştı. Geriye sadece ayın ihtişamı kalmıştı. Dışarıda tek tük dilenciler geziniyordu. İnsanlar artık evlerine tamamen çekilmişti. "Sadede gelecek misin artık?" Sesim öyle bir gür çıkmıştı ki ben bile olduğum yerde irkilmiştim. O da bana bakarak daha da gülümsedi. "Neye o kadar gülüyorsun ki? Anlatmayacaksan gidiyorum ben." Olduğum yerde hareketlenerek birkaç adım uzaklaştım. Bir yandan da ne söyleyeceğini merak ediyordum. O da merakımı anlamıştı anlaşılan. Konuşmak için ağzını araladı. Eliyle beni durdurmak için kolumdan tuttu. Ona tiksintiyle baktım. "Hop! bir dakika daha söyleyeceklerim var, bu ne acele böyle." Derin bir nefes aldı "Kısaca uzatmadan anlatacağım. İMES seni getirmemi istedi. Anlarsın ya." İMES mi? Beni mi? İçimden şaka yapıyor olması için dua ettim. "Yaptıklarımdan sonra beni hâlâ hangi yüzle çağırıyorlar acaba sorabilir miyim?" Kaşlarım çatık bir şekilde ona bakmaya başlamıştım. Bir yandan da kendimi sorguluyordum. İMES'İ en son gördüğümde parçalanmak üzere duran bir duvarı andırıyordu ve bu olanların hepsinin sorumlusu bendim. "Beni dikkatlice dinle. Belki şaka yapıyorum zannedeceksin ama bunların hepsi gerçek. Sadece dinlemeni istiyorum Karmina." O an da ciddi bakışlarla bana bakmaya başladı. "Sana zarar gelmesini ikimizde istemeyiz öyle değil mi?" Neler olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Bana kimse zarar veremezdi -ben istemediğim sürece- ve buna da izin verecek kadar aptal değildim. Uzun bir süre birbirimize baktıktan sonra devam etmesi için başımı hafifçe salladım. "Bir efsane duymuş muydun hiç? Biliyorum hoşlanmıyorsun böyle şeylerden ama birazdan göstereceklerimden sonra fikrinin tamamen değişeceğine eminim." İnanamıyordum. Aklım el vermiyordu. Ben mi? Efsanelere inanmak(!) Asla, ölsem inanmazdım böyle şeylere. "Kanlı Ay efsanesini duymuş muydun hiç?" Daha bugün duyduğum efsaneden söz ediyorsa bu bir tesadüf olmalıydı değil mi? Daha az önce duyduğum efsaneden bahsediyordu. Bana büyük bir oyun oynadığı çok belliydi. Küçük bir çocuk gibi kanacak değildim. Sandığından daha zekiydim oysa. Onunda bunu tahmin etmesini dilerdim. Ona çok büyük bir hayal kırıklığı ile bakmaya başladım. Çatık kaşlarım bir anda normale dönmüştü. Gözlerimi ona dikmiş ne söyleyeceğini bekliyordum. "Bu duydun mu demek oluyor?" Başımı evet anlamında salladım. O da bana bakarak yanıma doğru birkaç adım attı. "Daha az önce duyduğum efsaneyi diyorsan evet. Bir dakika neydi, üç tanrıça hikâyesi mi?" Aramızda birkaç adımlık mesafe kala pelerininin bir bölmesinden küçük bir taş çıkardı. Ama bu daha önce gördüğüm taşların aksine parıldıyordu. Etrafa beyaz bir ışık yayıyordu. Şaşkınlıkla taşa bakmaya başladım. Gözlerime inanamıyordum. Böyle bir taşın olması mümkün müydü? Yoksa bir kandırmacadan mı ibaretti. Bakışlarımı görünce elindeki taşı elime koydu. Taş elime değince daha çok parlamaya başladı. Aniden ne olduğunu şaşırmış bir halde geriye sendeledim ve taş elimden kayıp uçurumdan aşağıya yuvarlandı. Elime tekrardan bakınca elimden kan aktığını fark ettim. Neler oluyordu? Bir taş bir insanın elini durup dururken nasıl kanatabilirdi? Ne diyeceğimi bilemez halde ona doğru bakmaya devam ettim. Onun ise tek yaptığı elime bakmaktı. Uzun bir süre daha elimden kan aktı. Hiç duracağa benzemese de birkaç dakika sonra durdu. Hâlâ şaşkın ve ne yapacağımı bilemez halde karşısında dikilmeye devam ettim. Kendimi çok tedirgin hissediyordum. Az önce olanlar cidden gerçek miydi? Yoksa ben mi hayal görüyordum. Anlamamıştım. "Artık efsanelere inanıyor musun?" O an garip bir şekilde hava sıcak olsa da üşüdüğümü hissettim. Olduğum yerde titremeye başlamıştım biranda ve durduramıyordum. "Ben... Ben... Çok..." Sözümü devam ettiremeden olduğum yerde yere düştüm. Hemen yanıma gelip beni kucağına aldı. Anlaşılan o ki o da böyle bir şey beklemiyordu. Beni narince tutmaya devam etti. Sonra üstündeki pelerini bana geçirdi. Ama hâlâ titremeye devam ediyordum. Bu soğuktan dolayı bir titreme değildi. Bu tamamen kendi içimden gelen bir şeydi ve durduramıyordum. "Tamam, sakin ol. Şaşkınlıktan olsa gerek. İyisin değil mi?" Zorlukla başımı sallamayı başardım. Hem şaşkın hem de korkmuş bir şekilde beni indirmesi için hamle yaptım. Ama o beni indirmek yerine daha sıkı tutmaya başladı. "Artık bu gerçeği de öğrendiğine göre buradan gitme vaktimiz geldi demek." Beni sıkı sıkı tutan kollarından kurtulmaya çalıştım. Beni tutan elleri bu hareketimle daha da sıkılaşmıştı. Canımın yandığının farkında değil miydi? Bu işte bir terslik olduğunu en başından anlamıştım. Bu benim eski dostum olamazdı. O asla bana böyle davranmazdı. Ben mi hayal görüyordum yoksa bu gerçekten bir şaka mıydı hâlâ anlayamıyordum. İyice hareketlenmeye başlayınca daha fazla dayanamadı ve pelerininin cebinden bir bez çıkarıp bana koklatmaya çalıştı. Belli bir süre nefesimi tutsam da en sonunda dayanamadım ve koklamak zorunda kaldım. Beni bayıltıyor muydu cidden? Daha fazla dayanamadım ve gözlerim ağır ağır kapandı. Son kez yüzünü inceledim ve sonra artık bilincimi tamamen yitirmiştim. ... ... ... Uyandığımda bir sandalyeye ellerim ve bacaklarım acıtacak kadar sıkı bir şekilde bağlanmış bir haldeydim. Ağzımı da başka bir bezle örtmüşlerdi. Ne olduğunu anlayamıyordum. Her şey çok hızlı gelişmişti. Aniden kendimi bu yerde bulmuştum. Olduğum yerde beklemeye başladım. Eminim ki birisi çıkıp gelecekti. Birini bu sefil yere bağlayıp ve bırakıp gidemezlerdi oysa. İçim az da olsa korku duygusuyla dolmaya başlamıştı. Beni en çok kokutan şeyse duvarlarda olan kan lekeleriydi. Burası bir çeşit sorgu yerine benziyordu. Duvarlardaki kanlara bakılırsa burada daha birkaç gün önce işlenen bir cinayet vardı. Bunu anlamam çok uzun sürmemişti. Duvardaki bazı kanlar ise henüz yeni kurumuştu. Bu da benden önce birinin ya da birilerinin burada yaralandığını gösteriyordu. Oturduğum sandalyede de biraz olsa da kan izleri vardı. Ama bu kan izleri duvarlarda gördüğüm kan izlerinden farklıydı. Daha önce görmediğim kadar koyu bir kan iziydi. Burada daha önce oturan her kimse normal biri olmadığını gösteriyordu bu. Madem normal biri değildi o zaman neden küçük bir sandalyeye bağlamışlardı anlamamıştım. Belki de sandalyeye bağlamamışlardı. Damlamış bir lekede olabilirdi. Odada bir sandalyeden başka hiçbir şey yoktu. Bu da dikkatimi oldukça çekmişti. İstesem çok kolay bir şekilde buradan kurtulabilirdim ama sonunda ne olacağını merak ettiğim için aynı pozisyonda oturmaya devam ettim. Tahminimce saatlerdir burada oturuyordum. Ne gelen vardı nede bir giden. Çok fazla sıkılmaya başlamıştım. Olduğum yerde bir şarkı mırıldanmaya başladım. Ayağımla da ritim tutmayı da unutmadım. Bir an olsun nerede olduğumu unutmuştum. Dakikalarca aynı şeyi yapmaya devam ettim. Ardından buraya doğru yaklaşan bir adım sesi duydum. Adım sesi gittikçe yaklaşmaya başlamıştı. En sonunda kapının dibine kadar geldiğini adım sesleri kesilince fark ettim. Kapı aniden açılınca olduğum yerde gerildim. İçeri hemen hemen benim yaşlarımda görünen bir erkek girdi. Sarı saçları ve bana dik dik bakan keskin yeşil gözlerine odaklandım. Gözaltları hafiften şişmiş gibiydi. Gözlerinden yorgunluk akıyordu. Üstünde eski püskü bir pelerin ve altında yırtık pırtık bir pantolon vardı. Sanki görende yeni savaştan çıkmış zannedebilirdi. Ben onu incelemeye devam ederken bana bakarak dudağını ıslattı ve tıpkı beni kaçıran pislik dostum gibi bana muzip bir bakış attı. Bakışları beni öyle bir tedirgin etmişti ki olduğum yerde titremiştim. Bu hareketim onun da gözünden kaçmamıştı. Bana daha da sırıtarak bakmaya devam etti. Birkaç dakika daha beni inceledikten sonra yanıma doğru birkaç adım attı. Önümüzde henüz beş adımlık bir mesafe varken aniden nasıl olduysa yanıma geliverdi. Yüzüme daha yakıdan bakmak için çenemi kavradı ve beni kendine çekti. Aramızda neredeyse hiç mesafe kalmamıştı. Nefesi yüzüme doğru geliyordu. Ben daha ne olduğunu anlayamadan diğer eliyle ağzımda duran bezi çözüverdi. Şaşkınlıktan ağzım beş karış açık halde ona bakıyordum. O ise bu sefer boşta duran eliyle yüzümün her detayını gezmeye başladı. İlk gözlerimin altını sonra yavaş yavaş burnumu en sonunda ise dudaklarıma dokundu. İçimden bir şeyler söylemek geldi. Ama kendimi öyle tedirgin hissediyordum ki en ufak bir yanlış hareketimle ölecekmiş gibiydim. Belli bir süre daha yüzümde eli gezindikten sonra çenemi serbest bıraktı. Bu seferde sandalyeye bağlı olan bacaklarımı çözdü. Ona dehşet dolu bir bakış attım. Neler olacağından habersiz bir şekilde olduğum yerde kıpırdanmaya başladım. Bu sefer eli bacaklarıma gitti. Olduğum yerde aniden çakılı kaldığımı hissettim. Tüm hareket yeteneğim durmuştu. Kıpırdayamıyordum. Tek yaptığım sanki hiçbir şey olmamış gibi uzaktan izlemekti. O ise daha durmadı daha da ileri gitti. Eliyle bacaklarıma dokundu. Bu hareketi beni iyice korkutsa da hiçbir şey yapamadım. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bir eliyle sol bacağımı bir eliyle sağ bacağıma dokunuyordu. Elini bacaklarımda uzun bir süre aynı şekilde gezdirdikten sonra ayağa kalktı. Yüzünde hafifte olsa görebileceğim şekilde bir sırıtma oldu. O an hareket kabiliyetimi tekrar kazandım. Olduğum yerde daha henüz elim bağlıyken ayağa kalktım ve ellerimi sandalyeden tek bir hamlede kurtarmayı başardım. Bu hareketimle olduğu yerde ellerini birkaç defa çırptı. Gülümsemesi iyice artmaya başlamıştı. En sonunda bir kahkaha atmaya başladı. Öyle bir kahkaha atıyordu ki olduğum yerde geriye birkaç adım attım. Ben geri adım attıkça bana doğru yaklaşmaya devam etti. Sonunda belimi duvara çarpana dek. Duvardaki kan lekeleri sanki hiç kurumamış gibi üzerime akmaya başladı. Üstüme kan lekeleri düşmeye devam ederken bana iyice yaklaştı. Beni duvara sıkıştırdı ve tekrardan hareket etme yetimi kaybetmiştim. Beni belimden kavrayıp kendine çekti. Kulağıma doğru eğildi. "Çok güzelsin tatlım." Ona korku dolu bakışlarla bakmaya devam ettim. Daha sonra ne olduğunu anlayamadan beni boynumdan ısırdı. Acı bir çığlık kopardım. Bu çığlığımı hiç umursamadan kanımı emmeye devam etti. Eli yavaş yavaş kalçama uzandı ve o anda bir çığlık daha kopardım. Ardından geri çekildiğinde olduğum yerde yere düştüm. "İlginç. Sen diğerlerinden daha tatlısın. Çok ilginç." Bunu söyledikten sonra beni kolumdan yakaladı ve o odadan birlikte dışarı çıktık. Buda neyin nesiydi böyle? Vampir mi? Vampirler gerçek miydi ki? Kalbimin atış ritmi gittikçe hızlanmıştı. O da bunu fark etmiş olmalıydı ki olduğum yerde beni durdurdu. "Korkmana gerek yok prensesim. Sana zarar verecek değilim. Öldürmek istesem şuanda ölü olurdun." Bu sözleri beni iyice korkutmuş olsa da belli etmemeye çalıştım. Nereye gittiğimiz hakkında aklımda en ufak bir düşünce bile yoktu. Kendimi sanki ben yürütmüyordum da bir başkası yürütüyordu. Ayaklarım zorla hareket ediyordu. Muhtemelen zorla beni yürüten oydu. Ama bu nasıl bir güçtü. Aklımı kaçırmak üzereydim. Kalbim yine beni dinlemeyerek hızlı hızlı atmaya devam ediyordu ve susmak bilmiyordu. Kalbim sanki kulaklarımda atıyordu. Durduramıyordum. Nefes alışverişlerim bile hızlanmaya başlamıştı. Bunca zamandır efsanelerden kaçan ve inanmayan ben karşımda neyle karşılaşmıştım böyle? Daha önce vampirlerle alakalı bir efsane duymamıştım. Aklımdan tek bir kelime geçti "şeytanlar". Karşımdaki adam bir şeytan mıydı? Aklımı iyiden iyiye kaçırıyormuş gibi hissettim. Bu gerçek olamazdı. Ama gerçekten yaşamıştım. Bir şeytan mıdır vampir midir biri benim kanımı emmişti. Hem de hiç tereddüt bile etmeden. Anlaşılan o ki bunu her gün yapıyordu. "Ne düşünüyorsun da bu kadar heyecanlandın ve korktun böyle?" Ne? Nasıl? Az önce ağzını bile kıpırdatmadan benimle mi konuşmuştu o? Yoksa ben mi hayali sesler duyuyordum. "Hayali sesler duymuyorsun. Ben gerçeğim ve sende benim avucumun içindesin insan kız." Az önce o aklımdan bana bir şeyler mi söylüyordu? Cidden deliriyordum artık. "Demek efsanelere inanmıyorsun insancık." İnsancık? Ne? "Seninle böyle konuşmak çok zevkli ama dilersen sesini duymak isterim insan." Olduğum yerde bayılıp kalmamak için kendimi zor tutuyordum. Konuşamayacak kadar kötü bir haldeydim. Sanki o sırada bir ruh içime girmişti de bir anda da geri çıkmıştı gibi hissettim. Ağzımı konuşmak için araladığım sırada daha ne olduğunu anlayamadan yere bayıldım. En son hatırladığım şey ise beni belinden kavramasıydı. Gözlerim tamamen kapanmıştı artık. Bilincime de artık ulaşamıyordum. ... ... ... Uyandığımda bu sefer farklı bir yerdeydim. Öncesinde olduğum yerden farklı olarak burası normal bir odaydı. Bana göre bu oda dünyada görüp görebileceğim en güzel odaydı. Odada kocaman ve yumuşak mor renkte bir yatak, yatağın hemen karşısında ise büyük bir ayna vardı. Aynanın hemen yanında küçük ama güzel yeni bir masa duruyordu. Masanın üstünde daha önce hiç görmediğim türden bir sürü makyaj malzemesi vardı. Daha önce sadece bir kez yüzüme makyaj yapmıştım. O da bir dilenci gibi bir eve sızdığımda odadaki makyaj malzemeleriyle yaptığım şeydi. Şaşkınlıkla odanın her detayını incelemeye başladım. Ben incelemeye devam ederken gözüme bir tablo takıldı. Tabloda kanatları olan bir kız vardı. Üstünde dünyalar güzeli bir elbise vardı. Daha önce hiç böyle bir elbise gördüğümü hatırlamıyordum. Şaşkınlıkla tablodaki kıza bakmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra gözlerim bu sefer duvarlardaki desenlere takıldı. Duvarlar tıpkı bana özel yapılmış gibi en sevdiğim renk olan koyu maviyle boyanmıştı. Bir tesadüf müydü yoksa bilerek mi yapılmıştı anlamamıştım ama bu odayı cidden çok sevmiştim. Duvarlardaki desenler altın renk temalı kanat desenleriydi. Tıpkı bir meleğin kanatlarını andırıyordu. Aklıma yatmayan tek bir düşünce vardı o da neden beni buraya getirdikleriydi. Olduğum yerde hareketlenerek odayı turlamaya başladım. Bir yandan da bir şeyler düşünüyordum. O anda bir şey dikkatimi çekmişti. Odada hiç pencere yoktu. Muhtemelen kaçmamam için yapılmış bir şeydi. Uzun bir süre aynı şekilde odayı turladıktan sonra odaya doğru gelen adım sesleri duymaya başladım. Kapı narince açılınca içeriye hizmetçi kıyafeti giymiş iki kız girdi. Ama bu daha önce gördüğüm kızlara benzemiyordu. Benden yaşça büyük görünseler de kaymak gibi birer yüzleri vardı. O kadar güzellerdi ki o anda aynaya bakarak kendimi inceledim. Beyaz saçlarım dağılmıştı, üstümdeki eski püskü ve kanlı elbise yırtılmaya yüz tutmuştu. O kadar sefil bir haldeydim ki beni kim görse dilenci bir kız çocuğu zannederdi. Dilenci değildim ama hırsız deseler daha doğru bir tabir olabilirdi. Yemek bulamadığım bazı günler kimse anlamadan geceleri evlere girer yiyebileceğim kadar şey alıp küçük bir not bırakıp profesyonel bir şekilde o evden çıkardım. Kimse de beni sorgulamazdı. Yaşadığım yerde pek güvenlik önlemi yoktu. Şehir de denilemezdi. Bu yüzden genellikle bu gibi olaylar göz ardı edilirdi. Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan kızlar yanıma yaklaştı ve beni yürüterek odanın kendine özel banyosuna soktular. Olduğum yerde üstümdeki eski püskü elbiseyi soyup beni suya soktuklarında tek yaptığım ne olduğunu anlamayan bakışlar atmaktı. Bir kız saçlarımı yıkarken diğeri ise ayaklarıma masaj yapıyordu. O an kendimi sorguladım. Ben nereye düşmüştüm böyle? Dakikalar sonra banyoda işimiz bitince odaya tekrar geçtik ve bir başka kız daha gelmişti. Aynı şekilde yine üstünde hizmetçi kıyafeti vardı. Ama bu sefer elinde iki tane elbise tutuyordu. İkisini de benim görebileceğim şekilde yatağa serdikten sonra eliyle işaret edip beni ilk geldiğimde gördüğüm küçük masaya oturttu. Ardından arkamızda kalan iki kız ise odadan çıktı. "Bir elbise seç. Akşam birkaç konukla birlikte yemek yiyeceksin. Kral Aren hazırlanman için seni bekliyor." Kral mı? Ben bir sarayda mıydım? "Neredeyim ben böyle?" Kız bana bıkkınlık dolu bir bakış atarak eline bir tarak alıp saçımı taramaya başladı. "Burası Lavina yani siz insanların kullandığı terimle Melek toprakları." Ne? Melek mi? Melekler gerçek miydi? Şaşkınlığım on kat artmış bir halde aynadan kıza bakmaya devam ettim. "Evet, şimdi seni bir güzel süsleyeceğiz küçük hanım ve bundan sonra ben senin hizmetkârınım." Benim bir hizmetkârım mı vardı şimdi? Artık bu işin bir şaka olmadığından emindim. Ama peki ya neden ben? Neden bir başkası değil? "Beni buraya getirme sebebiniz nedir peki? Kötü bir şey yaptığımı zannetmiyorum." Bu sefer kız elindeki tarağı masanın kenarına koyup elini bir kez çarptıktan sonra ıslak saçım biranda kuruyuverdi. Bir kez daha çarptıktan sonra ise saçım hiç olmadığından daha güzel görünüyordu. Saçımın sol tarafından ufak bir örgü örülmüştü ve hemen başımda bir taç vardı. Küçük ama tüm ihtişamıyla parlayan bir taçtı. "Soruları bir kenara bırakalım. Şimdi bir elbise seçme vakti." Yatakta duran iki elbiseye şöyle bir göz attım. İkisi de çok güzeldi. Biri koyu mor renkte tasarlanmıştı. Göğüs kısmında bir dekoltesi vardı. Diğer elbise ise beni benden almıştı. Saçlarımın rengine zıt olarak siyah renkti. Siyah rengin bana ne kadar çok yakıştığını çok iyi biliyordum. Çok fazla düşünmeden siyah renkli fazla gösterişli olmayan elbiseyi seçtim. Ardından üzerime giydim. Elbiseyi giydiğimde kendime hayranlıkla bakmaya başladım. Bana cidden çok yakışmıştı. Dizlerimin hemen üstünde duran kısa bir elbiseydi. Ama daha önce hiç giymediğim bir tarzdı. Yaşadığım yerde bir çift üsten başka bir şeyim yokken şuanda dünyalar güzeli -bana göre- bir elbise giyiyordum. Ardından tekrardan masaya oturdum ve kız bu sefer elini çarpmak yerine normal bir şekilde yüzüme hafif bir makyaj yaptı. Artık o kadar güzel görünüyordum ki ben bile kendime aşık olmuştum. "Bu harika, ne diyeceğimi şaşırdım. Hayatım hiç bu kadar güzel olmamıştım." Ardından kafamı kıza bakmak için çevirdim. Ama kız odadan kaybolmuştu. Odada tekrar kendimle baş başa kalmıştım. ... ... ... Saatler dakikalar geçmişti ve henüz odaya kimse gelmemişti. Her şeyin bu kadar hızlı gelişmesi beni de cidden fazla sarsmıştı. Daha az önce biri tarafından boynumdan ısırılırken şimdide buraya gelmiş bir yemek için süslenmiştim. Hem de hiç olmadığı kadar güzel bir şekilde. Bunları düşünürken elimle boynumdan ısırıldığım yere dokundum. O an fark etmiştim. Boynumda hiç iz yoktu. Sanki hiç ısırılmamış gibiydim. Kendimi sorgulamaya başlamıştım. Yoksa bir kâbus mu görüyordum ya da bir rüya? Evren bana oyununu oynuyordu da ben de bir oyuna hapsolmuş biri miydim? İçimden bir ses hiçbir şeyin düşünüldüğü gibi olmadığını söylüyordu. Bir şeyleri bilmemek beni her zaman deli ederdi ve şuanda da olduğu gibi. Her şeyden habersiz bir şekilde bir odada ne olacağını bekliyordum. Peki ya neden bekliyordum? O an içimden keşke bir pencere olsaydı diye düşündüm. İlk yapacağım iş buradan kaçmak olurdu muhtemelen diye aklımdan geçirdim. Şuanda odadan çıktıktan sonra olacak her şeye karşı hazırlıklı olmalıydım. Gardımı düşürecek kadar aptal biriside değildim. Eğer bu işte bir oyun varsa oyun bozmak tamda benim işimdi. Tek yapmam gereken sabredip olacakları beklemekti. Saatler sonra kapı açılıp bir başka kız odaya girdiğinde içimden bir oh çektim. Saatlerdir tek başıma kendimle yüzleşmek cidden insana acı verebiliyordu. Özelliklede güvenebileceğiniz ve yakın olabileceğiniz kimsenizin olmadığı zamanlar bu duygu sizi esir alırdı. Beni de son birkaç gündür rahatsız eden bir duyguydu. Eski dostumu görünce biraz da olsa mutlu olmamın sebebi buydu. Ama bana yaptığından sonra bir daha dost olabilmemiz bir muallaktaydı benim için. Artık ona eskisi gibi güvenebileceğimi zannetmiyordum. Çoğu zamanımda yanımda olsa bile bu yaptıklarının bedelini elbet bir gün karşılığını alacaktı. Bazen düşünüyordum da insanlar ne kadar da aciz varlıklardı. Dostlarının duygularıyla hiç fark ettirmeden oynayabiliyorlardı. Siz bazen anlamıyordunuz ama o kişi sizi çoktan elindeki bir piyon gibi yürütebiliyordu. İşin kısası insan da olsak tek bildiğimiz ya yalan söylemek ya da arkadan bıçaklamaktı. Çoğu kez ya şahit olmuş ya da yaşamıştım bu duyguyu. Ama bir zaman sonra normal gelmeye başlamıştı. Belki de bu yüzden eski dostuma karşı çok fazla kırgınlık duymuyordum. Aksine kendimi suçluyordum bu kadar kör olduğum ve aptallaştığım için. Hayattan pek bir umudum yoktu oysa. Bunca zaman tek yaptığım yaşamaya çalışmaktı. Bu odada yalnız kaldığım saatlerde de bunu düşünmüştüm. Neden hiç ölmeyi denemediğimi? Ya da ölseydim nasıl öleceğimi? Hayatım boyunca çoğu şeyi düşünmüştüm. Ama bu düşünce asla aklıma gelmemişti. Şöyle bir tarafından bakarsanız ne kadar sefil durumda olduğumu sizde anlarsınız. Bu kadar sefil ve kimsesiz biri için çok fazlaydı bu olanlar. Belki yaşamayı da hiç hak etmiyordum. Aklıma yatmayan tek bir soru vardı o da neden ben? Neden bir başkası değil? Bir masalın ana karakteri olamayacak kadar sefil, yalnız ve kötü birisiydim ben. Bir masaldaki karakterlerden biri olsaydım muhtemelen ya en kötü olan olurdum ya da en çok acı çeken. Anlayacağınız kendime iyi diyebileceğim bir yanım yoktu ve kaybedecek hiçbir şeyim. İnsanın kaybedecek hiçbir şeyinin olmaması insanı kör edebiliyormuş meğer. Burada şuanda süslü olsam da kendimi bir prenses gibi hissetsem de gerçekler yalan söylemezdi. Bir hiç olarak doğduysam bir hiç uğruna da ölecektim. İşte o anda nasıl bir sonum olacağım çok açıktı. En sonunda insanların beni unuttuğu bir son olacaktı benim ki. Aslında farklı bir yönden bakarsak pek kötü bir son değildi. Sonuçta kimse beni tanımayacaktı. Çünkü herkes çoktan varlığımı unutmuş olacaktı. İnsanlar için kurallar böyleydi sonuçta. Unuturlardı. Bir insan öldüğü zaman taş çatlasa iki veya üç sene acısını yaşardın. Acı yavaş yavaş azaldığında ise her şey küçük birer kâğıt parçasıymış gibi uçup giderdi. İşte benim düşündüğüm ve kendime layık bulduğum sonum buydu. Şuan için tek bir dileğim benim sonumun bir başkasının hikâyesinin bir başlangıcı olmasını istememdi. Hiç gerçek olmayacaktı belki ama bir umut bu inanca bugün nedense inanmıştım. Dediğim gibi düşünmek bazen can yakar ama bazense insanı mutlu eder. Her bir sonun bir güzeli olduğunu söylerlerdi hep. İnsanlar konusunda tek güvendiğim şey ve henüz ölmeme sebebimde buydu aslında. Kötü bir şeyin arkasında daima iyi bir şeyin olmasıydı beni yaşamaya iten. Yaşayacaksam da sırf bu söz yüzünden yaşardım. Öleceksem de bu söz için ölürdüm. Ağlayacaksam ya da güleceksem de bu söz için yapardım. Benim için hayatımın tek gerçek amacı kötünün içerisindeki güzelliklere kavuşmaktı. Kavuşmadan da ne gerçekten ölecektin ne de gerçekten yaşayacaktım. Yine derin düşüncelere dalmıştım. Gelen kızın suratına bile bakmamıştım. Kız eliyle kalkmam için yardım ettikten sonra birlikte odadan çıktık. Henüz düşündüklerimin karanlığından kurtulamamış olsam da kendimden emin bir şekilde yürümeye devam ettim. Sonunda büyük bir masaya gelmiştik. Masada o kadar çeşit yemek vardı ki kim hangi birini yiyecek diye şaşırmıştım. O an da masada konuklar için hazırlanmış yedi tane sandalyenin olduğunu gördüm. Bir sandalye de ise benim ismim yazıyordu. "KARMİNA" İsmimi görmem beni daha da fazla şaşırtmıştı, hem de rahatsız etmişti. Ben her neredeysem buradakiler benim ismimi bilecek kadar çok zamandır beni izliyorlar demekti. Bunca zaman nasıl olurda bu durumu fark etmemiştim. Kendime biraz olsa kızmıştım -kısa süreliğine- kendime aptal olmadığımı söylerken ne kadarda aptallaşmıştım aslında. Düşüncelerden kurtulup kendi ismimin yazdığı sandalyeye doğru ilerledim. Henüz hiçbir konuk gelmemişti. Şu kral bozuntusu da ortalıklarda yoktu. Dayanamayıp oturduğum yerde etrafı incelemeye başladım. Duvarlar, yerler, masa, tablolar ve hatta duvarda asılı duran avizelere de hayran olmuştum. Hayatımda hiç bu kadar güzel bir yerde yemek yediğimi hatırlamıyordum. Ben etrafı incelemeye devam ederken gözüm bir tabloda takılı kalmıştı. İçimi acıtan bir tabloydu. Tıpkı benim gibi beyaz saçlara sahip bir kız ve bir erkek vardı tabloda. Elele tutuşup gülümsüyorlardı. Ama tablonun aşağısına indikçe bu gülümsemenin içten olmadığını anlıyordunuz. Ya da bana öyle gelmişti. Tablonun alt kısmına resmedilmiş bir sürü kemik ve iskeletler. En kötüsü de yerde ölü duran bir erkek çocuğu daha. Fakat bu kez saçı benim saçımın zıttı olan siyah renkte. Gözlerinde ise daha önce hiç görmediğim bir hırs vardı. Ressam öyle bir resmetmişti ki tıpkı gerçeklermiş gibi duruyordu. Tabloya uzun bir süre daha bakmaya devam etmiştim. Nedense tablodan yüzümü çeviremiyordum. Kendimi zorda olsa yemeklere bakmaya zorladığımda birinin masaya oturduğunu o anda fark emiştim. Hemen karşıma oturmuş ve dikkatle beni izliyordu. Tıpkı o resimde gördüğüm gibi bir erkekti. Saçları aynı benim saçlarım gibi bembeyazdı. Gözleriyse anlam veremediğim ve daha önce hiçbir insanda görmediğim iki rengi barındırıyordu. Sol gözü tamamen siyahken sağ gözü ona tam tersi olarak beyaza çalan gri tonlarıydı. Bu haliyle oldukça korkunç görünüyordu. Onu gereğinden uzun bir süre izlediğimi fark ettiğimde gözümü yavaşça kaçırdım. "Bana bak!" Sesi... Sesi... İnsanı mest edebilecek kalınlıktaydı. Ne çok kalın ne de çok inceydi. "Bana az önceki gibi bakmaya devam et." Emrivaki konuşması beni biraz sinirlendirmiş olsa da başımı yavaşça çevirip suratına bakmaya devam ettim. Göz göze geldiğimizde bana hafifçe gülümsedi. Şu an içinde bulunduğum yerde bir başka insan olsa bu gülümseme yüzünden bu yaratığa aşık olabilirdi. Belki de bende bunun gibi kurbanlarından sadece bir tanesiydim. Beni de böyle etkileyebileceğini zannediyorsa çok yanılıyordu. Ben onun suratına baktıkça bana bakarak daha da sırıtmaya başlamıştı ve bu benim hiç hoşuma gitmemişti. Kaşlarım hafif çatık bir halde dediği gibi suratına bakmaya devam ettim. "Her şey senin için hazırlandı. Yemeyecek misin?" Sadece benim için hazırlanmış bir ziyafet. Bundan kim zevk alırdı ki? Tanımadığım ve bilmediğim bu yerde yemek yememi istemesi kaşlarımın iyice çatılmasına sebep olmuştu. İçimden derin bir nefes alıp hemen yanıma koyulmuş küçük ama bir o kadar da keskin bıçağı elime alıp masada o bıçakla oynamaya başlamıştım. "Bıçaklardan hoşlanır mısın?" Böyle bir soru beklemediğimden aniden olduğum yerde bakışlarımı ona çevirdim. Kendimi onunla konuşmamak için zor tutuyordum. Beni konuşturmaya çalıştığı çok belliydi. Derin bir nefes daha alıp sessiz kalmaya devam ettim. "Kim olduğumu merak ediyorsun anlaşılan." Yüzündeki gülümseme solduğunda sert bakışlarıyla beni süzmeye devam etti. "Ben meleklerin kralı Kral Aren." Duygusuzca elimdeki bıçakla oynamaya devam ettim. Onu dikkate almayışım kaşlarının hafiften çatılmasına yol açmıştı. Bu hareketinden sonra bu sefer sırıtan ben olmuştum. Artık daha fazla sessiz kalamayacağımı biliyordum. Elimdeki bıçakla oynamayı bıraktım, gözlerimi bana bakan gözlerine kilitledim. Hiç beklemediği an da elimi havaya kaldırdım ve ona doğru doğrulttum. "Sen miydin beni buralara kadar getiren ve bana oynayan? Beni bu kadar aptal yerine koyuyorsan ve emirlerine uyacağımı zannediyorsan çok yanılıyorsun kral bozuntusu." Konuşmamı yarıda kesip gözlerimi hafiften kısıp ona doğru aynı şekilde bakmaya devam ettim. "Beni her ne sebepten dolayı buraya getirdiysen sana hiçbir şekilde inanmıyorum ve bana zarar verebileceğini ve beni korkuta bileceğini zannediyorsan çok büyük bir hata yapıyorsun." Bu sefer gülümseme sırası bendeydi. Bu sözlerim onu etkilemişti anlaşılan. Bana artık ilk geldiği gibi bakmamaya başlamıştı. Hayranlık mıydı yoksa nefret miydi anlamamıştım. Gülümsememe oda karşılık verince tekrardan ciddileştim. Duruşumu dikleştirdim ve kendimden emin bir şekilde ona bakmaya devam ettim. "Madem neden buraya getirildiğini merak ediyorsun söyleyeyim o zaman." Bakışlarıyla beni uzun bir süre süzdükten sonra eline çatalını aldı ve önünde duran tavuktan bir parça kopardı. "Kendini insan mı sanıyorsun?" Bu sorusu afallamama sebep olmuştu. Kendimi insan mı sanıyordum? İnsan olarak doğduysam insandım. Öyle değil miydim? Anlamayan bakışlarla onu izlemeye devam ettim. Bir yandan bana bakıp bir yandan da yemeğini yemeye devam ediyordu. Ardından yüzünü ciddiyetle bana bakmaya başladı. Az önceki sırıtışından eser kalmamıştı. "Sende benim bile anlayamadığım şeyler seziyorum. Her neysen burada bundan böyle benimle kalacaksın ve emirlerime de uymak zorundasın." Benim insan olmadığımı mı iddia ediyordu cidden. Ama şöyle bir düşündüğümde eski dostumla olan son buluşmamız aklıma gelmişti. Bana getirdiği taş ve elime koymasıyla daha çok parlaması ve ardından elimin kanaması. Hiç normal bir şey değildi. Belki de bunca zamandır bir insan değildim. Her şeyin bir kandırmacadan ibaret olması da muhtemeldi. Daha ilk defa gördüğüm bu kral bozuntusuna körü körüne inanacak değildim. Bu işte bir terslik olduğu çok belliydi. Ama şuanda elimden bir şey gelmiyordu. Kendimi aciz gösteremezdim. Madem insan değildim ve onun gözünde özeldim bu da bana zarar veremeyeceğini gösteriyordu. Kollarımı masaya dayadım ve ellerimi birleştirdim. Masaya onu daha rahat görebilmek için iyice yaklaştım. Suratına her zaman insanlarda benden korkmaları için attığım ve hep işe yarayan o bakışlarımı gönderdim. Bu bakışım onu etkilememişti ama ciddi halinden de eser kalmamıştı. O an birkaç gündür yemek yemediğim aklıma gelmişti ve karnımın guruldamasını durduramamıştım. Birkaç gün dedim ama belki de haftalardır karnıma doğru düzgün yemek sokmamıştım. Kral bozuntusunun gözünden bu da kaçmamıştı. Önümde boş duran tabağımda biranda bin bir çeşit yemekle dolmuştu. Ağzım gittikçe sulanmaya başlamıştı. Artık daha fazla dayanamayacağımı anladığımda önümdeki tabaktan bir lokma aldım. Ağzımda lokmayı çiğner çiğnemez yemeğe aşık olmuştum. Ne zamandır bu kadar güzel bir yemek yememiştim. Tabağımın hepsini bitiremesem de ilk kez bu kadar tıka basa doyduğumu anımsamıştım. "Çok zayıfsın. Anlaşılan seninle işimiz çok. Dediklerimi harfi harfine yaparsan dilediğin her şey senindir." Eliyle uzakta duran hizmetçiyi yanına çağırdı ve bir şarap istedi. Şarabı bardağına dolarken beni izlemeye devam ediyordu. "Başkaldırışların hoşuma gitti. Tatlı kız. Şimdilik bu kadar gidebilirsin." Eliyle diğer yanında duran hizmetkârına bana yol göstermesi için işaret verdi. O an anlamıştım ki hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını. Artık aklımda takılan o soruya cevap bulsam da şimdide başka soru aklıma takılmıştı. Ben gerçekte kimdim? İnsan mı? Yoksa başka bir yaratık mı?