Hail

Hail

13
116
119
2
Hâil* Son günlerde kendi yatağımda değil, salonda, kanepede uyuyordum. Bunun özel bir nedeni yoktu, sadece böyle istiyordum. Durumu gitgide kötüleşen büyükannem hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Her dakikası acıyla geçse de, bu akşam durumu çok daha pejmürde idi. *** Gözümü açtığımda artık sessizlikdi. Gürültüyü sevdiğimi söyleyemem, lakin bu namütenahi sükût da beni evhamlandırıyordu. Elimi telefonuma uzattım, şarjı bitmişti. Eğer uyandıysam, sabaha kadar uyuyamayacağımdan emindim, hep böyle olurdu. Gerinip mecbur ayağa kalkarak odadan çıktım. Elektrikler gitmişti, evde de kimse yoktu. Keşke gitmeden önce uyandırıp bana da haber verseydiler! Karanlıkta duvarları elimle yoklayarak banyoya girip yüzümü yıkadım. Asla mum almazdık, çünkü ışıklarına çok itibar ettiğimiz telefonların da çalışmak için şarja ihtiyaç duyduklarını unutmuştuk. Buna rağmen ayın aydınlattığı apartmanımızda aynadan kendimi görebiliyordum. Nedense çok çirkin gözüküyordum kendime. Karanlıktan da olabilirdi, kendimi tanıyamadım. Sapsarı, uzun saçlarım bu gün solgundu sanki. Banyodan çıkarak yine oturma odasında, sevimli kanepemde oturup duvarı izlemeye koyuldum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, kapının birden vurulması az kalsın kalbimi yerinden çıkaracaktı. Dün gece masada unuttuğum kalemimi alıp kapıya doğru gittim. Kalemle ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece benimle olması gerekiyordu, bunu hissediyordum. Gözetleme deliğinden bakmak her zaman beni endişelendirmiştir, hissikablelvukum uzun süre boyunca kafamı yaslayıp delikten bakarsam boşlukta olmamalı olanı göreceğimi söylüyordu. Mamafih gözlerime değil, kulaklarıma inanmayı seçerek bakmadan sordum: “Kim o?” ancak cevabın gelmeyişi içimdeki heyecan feveranını giderek şiddetlendiriyordu. Kapının arkasında birinin hareket ettiğini duyabiliyordum. Kendim seçmiştim delikten bakmamayı, ama ne ile konuştuğumu bilmemek onu görmekten daha dehşet vericiydi. “Kimsiniz?” kendimi kandırarak az önce beni duymadığını varsayıp daha yüksek sesle sordum. Hâlbuki önceki, cesaretli sesim bundan katbekat yüksekti. “Baban nerede?” bu ses… Onu tasvir etmem gayrimümkün. Boğuk, kalın, aynı zamanda tamamen farklı, zinhar böyle bir sese sahip insanla karşılaşmamıştım. Hayır, bu menfur ses insana ait olamazdı. Ancak konu bu değildi, babasız büyümüştüm ben, o, doğduğum gün beni kocaman elleriyle -resimlerinden görmüştüm- kucağına alamadan araba kazasında dünyaya “elveda” demişti. “Evde. Uyuyor,” dakikalar sonra tüm cesaretimi toplayarak yalan söyledim. Sesin sahibini tanımasam da evde yalnız olduğumu bilmesini istemiyordum. “Uyandır,” dedi garip ses amirane şekilde. “Uyandıramam,” keşke sesim titremeseydi, daha kararlı çıksaydı. “Neden?” sorusunu cevaplayamadım. Sustuğumu görüp devam etti: “Kapıyı aç.” Az daha bilincimi kaybedecektim, sanki iç organlarından gelen ses beni büyülüyor, ona teslim olmamı sağlamaya çalışıyordu. “Açmıyorum!” bu kez daha katiyetliydim. “Açacaksın,” sesin soğukkanlılığı beni sinirlendiriyordu. Gözümden akan bir damla yaşı görmezden gelerek gözetleme deliğinden bakmak için cesaretimi topladım. Beyhude! Zulmet karanlık dışında bir şey yoktu. Kapının önünde dakikalarca bekleyip sesin sahibinin gittiğinden emin olduğumda oturma odasından gelen tıkırtı sesi yerimden sıçramama sebep oldu. Küçük adımlarla odaya yaklaşırken tıkırtının nedeni ben ulaşmadan malum oldu. İlk bakışta karşımdakinin gerçekliğimle örtüştüğüne inanamadım. Zihnim kapının ardındaki ile bulanıklaşmış, gözlerimin gerçeklikle olan bağlantısı kopmuştu. Sanki kalbim yerinden fırlayıp kulaklarıma tırmanmış gibiydi. Yavaş yavaş sakinleştikce önümde olanı daha net algılaya, karanlıktan da kara tüylere ve elmastan da parlak gözlere sahip Baskerville’i tanıyabildim. Her ne kadar önceler kedime böyle seslenmeğimi komik bulsam da, şu anda yaşadığım dehşet ve isminin geçmişi o kadar da hoş ikili değillerdi. Baskerville de nedense korkmuş, tüylerini kabartmıştı. Kucağımda kedi kanepemde oturup beklemeye koyuldum. Katiyen uykum gelmiyordu. Gelseydi bile içimde tuğyan eden korkudan uyuyamazdım. Evde ben ve siyah kediden başka da bir şeyin dolaştığını hiss ediyordum. Ama cesaretim kalkıp kolaçan etmeye yetmiyor, mantığımsa kimsenin olmadığını söylüyordu. Korkuysa… Korku ne mantığı, ne de cesareti tanıyordu. Melankoli beni kendi koynuna almış bırakmak istemiyordu. Mesele şuydu ki, ailem evden çıkarken kapıyı dışarıdan kilitlemişlerdi ve başka anahtar da yoktu. Bu yüzden, hiçbir şekilde hapsedildiğim harabeden çıkamazdım. Düşüncelerimi yarıda kesen kapının yeniden, ikinci kez çalınması oldu. Üstelik apartmandan tuhaf bir inleme de duymuştum. Kediyi kucağımdan indirmek istediğimde onun çoktan çıkıp gittiğini gördüm. Karanlıkta kara kediyi aramak aptallık olurdu. Ancak kalemimi de kaybetmiştim… Kalkıp kapıdaki kişiyle tekrar konuşmak istemesem de, yeniden, daha kuvvetle, "gelmezsen kapıyı söküp çıkaracağım" dercesine vurması beni fikrimden caydırdı. Küçük adımlarla yaklaştım, bu kez sessiz kaldım. “Baban evde mi?” bu ses de fevkalbeşerdi, ancak öncekiyle benzerliği yoktu, hatta ondan daha kalın ve gürdü. “Evde değil, uzak durun benden!” dedim bu kez. “Yoksa polisi arayacağım”. “Kapıyı aç”, sanki duymuyordu. Ben de devam etmedim. “Kapıyı aç”, ses tekrar etti. Rahatça duyduğum nefes darlığından öfkelendiğini anlamıştım. “Aç dedim sana!” sesin sahibi bu kez soluyarak kapının kolundan tutup çekti. “A-Anahtarım yok”, hareketini durdursun diye kekeleyerek de olsa konuştum. Aniden sustu ve ayak seslerinin apartmanda yankılanmasından uzaklaştığını anladım. Ben de mutfağa yönelip sandalyede oturan kara kedimi gördüm. Onu kucaklamak istediğimde yanındaki kalemi gördüm. Alıp kediyi okşadığım gibi yine sandalyeden inip karanlıkta kayboldu. Bu kez günlerdir girmediğim yatak odama girdim. Yatağımın yanında kapı olduğunu bile unutmuştum. Kapı balkona açılıyordu. Daha önce balkona çıkmak için bu kadar heveslendiğimi hatırlamıyorum. İşte, artık ciğerlerim temiz havayı muazzam bir iştahla çekiyordu. Balkonun demir korkuluklarından aşağı baktım, yalnızca ayın aydınlattığı karanlık ve dar mahallede bir kişinin silueti vardı. Tam yaşadığımız binanın karşısında durup gözlerini yukarı -sanırım bana- dikmişti. Beni gördüğünde ellerini havada dans ettirerek dikkatimi çekmeye çalıştı. “Kızım!” diye bağırana değin annem olduğu asla aklıma gelmezdi. Belki de kulağımda problem vardı, annemin sesi bana garip gelmişti. “Duyuyorum, anne”. “Anahtarları aşağı at, bizimkileri kaybettik”. “Anne, bizim sadece bir anahtarımız var…” “Hayır, banyo odasında da var, duş başlığının üzerinde, git, getir, bekliyorum”, garipti. Hayır, garip olan banyo odasına girdiğimde duş başlığının üzerine özellikle bakıp orada hiçbir şeyin olmadığını görmem değildi, bizim sadece bir anahtarımızın olmasıydı. Geri döndüğümde camdan yapılmış balkon kapısının arkasında kara kedimi gördüm. Kapıyı açıp içeri girerek başını okşadım, ancak hareket etmiyor, bir kukla gibi balkondan dışarı bakıyordu. Banyo odasına girdim. Emin olmak için yaklaştım, ancak hayır, duş başlığının üzerinde toz kırıntılarından başka bir şey yoktu. Aceleyle balkona koştum, saklambaç oynamayı seven kedim yine kaybolmuştu. Önce çekinsem de, vakit kaybetmeden parmaklıklardan aşağıya baktım. Siluetin ne izi ne de tozu kalmıştı. Onun yerine yerde, az önce gözüme çarpmayan başka bir gölgeyi fark ettim. “Anne?!” diye seslensem de kuşların cıvıltısından başka cevap gelmedi. Eve girip koltuğuma dönüyordum ki, koridordayken yukarı kattan sesler gelmeye başladı. Neredeyse on beş yıldır bu evde yaşıyorduk, orası hep boş kalmış, hiç kimse taşınmamıştı. Pes bir ses, insana, yaşlı bir adama aitti. Dua okuyordu. Aniden: “Yaklaşma, murdar şeytan!” – diye vaveyla kopardı. Az önceki sakin sesten eser kalmamıştı. Ardından: “Gelme dedim, iblis! Gelme…” yaşlı adam artık bağırmıyor, çok alçak sesle konuşuyordu, hatta sözünü bitirir bitirmez öfke dolu, ancak sakin ağlayışları başladı. Bu, umutsuzluğa kapılmış bir insanın son çırpınışlarıydı. Bununla birlikte az önceki inilti de tekrar duyuldu. Biraz sonra -yukarıdaki sesler kesilince- kapıya anahtarın dahil edilerek döndürüldüğünü duydum. Donup kalmıştım. Sanırım annemler gelmişti. En kısa zamanda tanıdık bir yüz görmek istiyordum. Bunun bir arzu olarak kalacağını nereden bilebilirdim ki?! Kapı, duvara çarpanadek gıcırtıyla açıldı. Apartmanda annem olamayacak kadar uzun boylu, heybetli, hâil bir siluet duruyordu. Ayakları ince ve uzun, omuzları nispeten geniş, koridora girebilmek için yay gibi eğilip iki büklüm olan gölge kesinlikle annem değildi! Onun yüzü... Lanet olsun, onun kaba yüzü sanki ten renginde bir oyun hamurundan yapılmıştı. Sanki biri bilerek kil ile insana benzetmeye çalışmıştı! Ama bu yüz ne insana ne de başka bir şeye benziyordu. Korku içinde iki adım geri çekildim, bana doğru geliyordu, birden büyük bir hızla bileğimi kavradı. Tanrım! Onun uzun, bıçak gibi keskin tırnakları bileğimi delik deşik etti. Az önce cebime koyduğum kalemi çıkarıp mahlukun koluna sapladım, ancak bu şekilde kolumu çekip balkona kaçabildim. İnsana benzemeye çalışan bu canlıdan garip bir inilti çıktı, böylece az önce duyduğum sesin sahibi belli olmuştu. Kalbim duracak gibiydi. Nefes almak için büyük çaba harcıyordum. Saniyeler içinde terlemiştim! Bu kötü niyetli canhıraş yaratık nasıl insanı taklit ediyor, nasıl da bukalemunun rengini değiştirdiği gibi yüzünü değiştirebiliyordu?! Onun çehresi canlı bir organizmaydı, nefes aldıkça hareket ediyordu. Bazı bölgelerinden çıkan kıllar iğrençti... Şanslıydım. Balkon kapımız baştan yanlış yerleştirildiği için kilit kısmı dışarıda kalmıştı ve annem bunu tamir ettirmek için asla bir tamirci çağırmamıştı. Bu yüzden içeri girer girmez kilitledim ve gözlerimi şeffaf, cam kapıdan içeri, karanlık koridora diktim. Az sonra uğursuz yaratık sallanarak yatak odama girdi. Eğer gözlerimi o uğursuz, dehşet verici yüzden ayırmasaydım, şimdiye kadar çoktan bayılmış olurdum. Eğri büğrü, sarımsı dişleri oyun hamuruna sıkışmış keskin taşları andırıyordu. Onun ne olduğunu bilmiyorum, ama kapıyı çalan şey olduğundan emindim. Bunu o anki soluklanmasından anlamıştım. Kol ve bacaklarının biçimsizliği bile onun insan olmadığını kanıtlıyordu. Yaratığın çıkardığı ses giderek değişiyor, farklı farklı tonlara bürünüyordu. Balkondan aşağıya baktığımda her şeyin bir rüya olmasını diledim… Mahallede yüzü deforme olmuş, tiksinti uyandıran, insanı taklit eden varlıklardan oluşan bir sürü, lanet bir güruh vardı. Ben birçok rüya gördüm, hüzünlü, korkunç, neşeli… Gerçekle hayali ayırt edebilirim. Bu asla bir rüya değildi. Sokağa bakınca gördüğüm manzara karşısında dehşete kapılmıştım. Yüzlerce, binlerce... Saymak mümkün değildi. Hepsi tek bir yöne doğru ilerliyordu. Canlı, cam kapıya vurmaya başlamıştı. Hayır, bakmayacaktım. Kalbim onu yeniden, daha yakından görmeye dayanamazdı. Ölümümün böyle olmasını istemiyordum. Çıkardığı sesler bana atlama isteği veriyor ve bunun ehvenişer olduğunu düşünüyordum. Lakin sadece istemekle olmuyordu, atlayamıyordum. Güneşin solgun ışığıyla aydınlanan mahallede, anahtarı isteyen siluetin yanında gördüğüm gölge şimdi daha net seçiliyordu. Bu, benim kara, dev kedimdi. Varlıklar sürüsü onu ezip geçerek ilerliyordu. Balkonun şeffaf kapısının yanında duvara yaslanıp mahluka bakmadan yere oturdum. Bileğimdeki yaranın acısını artık daha şiddetli hissediyordum. Kan zemine damlıyordu. Elimde sıktığım kalemin ucu eğilmiş, kana bulanmıştı. O şey kapıya gittikçe daha şiddetle vuruyordu. Eninde sonunda kırılacaktı. İblis benzeri yaratık, ara sıra kapıya vurmayı bırakıp bileğimi yaralayan meşum tırnaklarıyla kapıyı çiziyordu. Camın cızırtısı kulağımda yankılanıyor, kalbim ağzıma geliyordu. Güneş yavaş yavaş doğuyordu. Daha önce tüm korkulu gecelerim, kabuslarım güneşle sona ermişti. Görünüşe göre, bu sefer bana yardımcı olamayacaktı. Acaba, gerçekten istiyor muydu ki? *Hâil korku veren, dehşet uyandıran şey ya da olay anlamına gelir. 💌Zaman ayırıp okuduğunuz için müteşekkirim. Puan vermenizi ve mümkünse, hesabıma hikayeyle ilgili geridönüş etmenizi rica edeceğim, sevgilerimle. Esenlikler! ~ R. N. İrukin (2024)
Okuduğunuz için teşekkürler.Bir hikayenin daha sonuna geldiniz.