Hayattan Bayattan Bir Gün

Hayattan Bayattan Bir Gün

7
Karşımda bir ağaç… Uç dallarında üzümler… Boyu da maşallah, apartmandan bile yüksek. Bir kumru yolunu mu şaşırdı ne, balkonumdan aldı virajı. Yağmur yağıyor. Bir martı geçti. Yükseklerden bir kuş daha. Bir tane daha, ama bu hızlıydı. Yağmur şiddetini artırıyor. Bu ne ya, şehrin göbeğinde kurt uluması? Bir martı daha geçti. Bir su yudumladım, bir hikâye kurguladım. Kulağımda damla sesleri… Cırtlak bir kuş ötüyor. Müzik mi dinlesem? Aman, kim kalkıp içerden telefonu getirecek? Arkadaş, ne çok kuş uçuyor! Balkondaki çiçekler kurumuş. Acaba diyorum, benim olsalardı yine kurutur muydum? İçeride iki kitap bekliyor. Biri dili anlatıyor, diğeri peri masalı. Dil iyi, dil güzel, dil hoş. Ama cin, peri masalı? Ne bileyim, korku filmleri de pek hoşuma gitmez, peri masalı da açıkçası pek sarmadı. Aha, yağmur durdu. Tam durmadı da hani, -mak üzere yani. Hani ile yani amcaoğulları. Bu sefer suyun hepsini içtim. Sigara iyice boğazımı yaktı. Evvet, hilti sesi. Yok hayır küçüğü. Neydi onun adı? Dozer geliyor aklıma gülüyorum. Aman, neyse ne, az buçuk kafa sikiyor orası ayrı. Bulutlar ilerliyor. Hemen her yer kapalı. Açacak mı şu hava, bi dışarı çıksam. Nereye gideceğim? İçimden semt adları geçiyor. Fatih diyeceğim olmayacak, Beyoğlu? Bilmediğim yerler değil ki, üzerine yazacağım. Kadıköy mü yapsam, böyle yeni bir yer olsun istiyorum, daha önce görmemişim… Aklıma bir yer gelmiyor ki? Karar veremiyorum ne yapayım. İyisi mi, ben nereye gideceğimi düşünmeden, kendimi sokağa bırakayım. Hava gri, gözlüğe gerek yok. Telefonu cüzdanı aldım, paketi bıraktım. Sahildeyim şimdi. Gözüme Haliç vapuru çarptı. Yirmi iki dakika var kalkmasına; iyi, beklenir. Voltamı aldım, bi Balta Limanı, ordan döndüm. Aha, daha beş dakika geçmiş. -Bir büfenin camekanında karikatürlere gülüyorum.- Vapur kalktı. Nerede insem? Balat? Yok olmaz ora, oraya en az 4-5 gittim. Ama mezat? Mezat beklesin. Evet Ayvansaray, Ayvansaray olabilir. Karaköy’e geldik. Eminönü var mıydı ya? Kasımpaşa, Fener, Hasköy. Aa o da ne? Böyle büyük büyük renkli aletler, gemi, uçaklar; lunapark gibi bir yer. Hasköy’de indim. Gittim baktım, Rahmi Koç Müzesi. Güvenliğe yaklaşıp ücretini sordum. Güvenlik ‘‘Öğrenci 15 sivil 30.’’ dedi. Ben tekrar öğrenci olmam gerektiğini düşünürken güvenlik ‘‘Zaten bugün giremezsin. 17:30’da kapanıyor. Yarın 9’da açılacak.’’ dedi. Devam ettim. Sahil yoluyla ilerliyorum. Hasköy’ün arka sokakları merak uyandırmadı. Baktım karşıda bir köprü, bu, Haliç Köprüsü olmalıydı. Yürüdüm. Basamakları tırmanmaya başladım, her yer bira şişesi kırıkları. Epey bi çıktım, yüksek de köprü. Son virajda iki biracıyı yakaladım. Şimdi köprüden aşağı bakıyorum. Deniz koyu yeşil, nefti, böyle yakamozumsu parlaklıklarla uyuşturuyor. Yanda yoğun akan trafik; otoyolda refüjlerden atlayış, patikalardan geçip arabalardan kaçış sonrası gözlerim bir sıra surda kitlendi. Bu, İstanbul surları olmalıydı. Aslında köprüdeyken de burayı görmüş, hedef almıştım. Şimdi surlardan içeri giriyorum. Evet, bakkalın da onayıyla burası artık Suriçi. Eski bir mahalle, daracık sokaklarda sıkışık evler. Yokuşu aşağı indim, bir pazar. Sıkışık sokakta sımsıkı bir pazar. Al işte, kuyrukta bekliyoruz. Bir aralık boşluk bulup kendimi caddeye attım. Lan? Ben burayı tanıyorum? Balat’a mı geldik? Tekrar içeri kıvrıldım, pazar devam ediyor. Az ileride baktım, evet bura Balat. Oturdum, köfte-ayran yedim. Üff, sigara alsam mı almasam? Böyle dolu dolu bol bol nefes çok iyi. Gel gör, kendimi de zehirlemem lazım. Bi paket aldım. Şimdi mezatçıdayım. Evet, yine aynı adam. Beni tanır mı acep? Geçen seferinde, heyecandan ve zevkten önüme her gelene teklif vermiş, üç beş poşet dolusu malla çıkmıştım. Tanıttığı her ürünü en son bana sorarak bitirirdi. İsmimi o kadar tekrarlamasının üzerine bir ihtimal… Ama bir yıl geçmiş üzerinden, o da çok. Bi çay söyledim. Bizimki başladı. 20 liradan açıyor kapıyı. Ah be kardeşim, geçen sene 10’du, ondan önceki sene 5, katlanarak gidiyor mübarek. Ama mallar da nispeten iyi. Para var bu işte, seyirciler arasında tüccarlar da var. Ben ne alacağım peki? Nakit elli var. Belki ufak bir parça. Üç çay üç sigara üzerine yağmur bastırdı. Hepimiz içeri sokulduk. Tüccarlar arasında ilginç bir bağ var. Kimi kimine bırakıyor, kimi kafayı dahi telefondan kaldırmadan 8-10 ürün üst üste teklif kazanıyor. ‘‘Pey’’ diyorlar teklife. 20 liradan açılan ürün iyi bir şeyse 10’ar 10’ar, değilse 5’er 5’er tekliflendiriliyor. En büyük teklif de ihaleyi kazanıyor. Açık artırma yani. Satıyorum, satıyorum, saat, saat, saaat, abi sen alıyor musun, bedava gidiyor vallahi, şunu 50 liraya hiçbir yerde bulamazsın, saaat, evet 60 geldi, satıyorum satıyorum, var mı 70, evet 70 geldi, satıyorum, saaat, tım. Mezatçı da oyunu çok iyi oynuyor hani. Biraz ortamı izledim biraz yağmuru bekledim. Baktım iki kristal şişe. Ama çakma kristal, böyle viski şişesi gibi bir şey 20 lirada, kaldırdım 30’u verdim. İhale bana kaldı. Adımı sordu, söyledim. Cık, hatırlamadı beni. Biraz daha oturdum izledim. Baktım yağmur da duruyor, -mak üzere yani, ödemeyi yaptım çıktım. Evet, iki kristal şişem olmuştu. Birisinin kırığı olduğunu eve gidince öğrenecektim. Tramvaya atlayıp Eminönü’ne geçtim. Oradan vapurla Üsküdar, ordan da ev. Şimdi oturmuş düşünüyorum; evet, hayattan bayattan bir gün de böyle geçti…
Okuduğunuz için teşekkürler.Bir hikayenin daha sonuna geldiniz.