İzmir Masalı

İyileşmeye Başlayan Yaralar

14
20
34
İYİLEŞMEYE BAŞLAYAN YARALAR Selçuk tatilinin üçüncü haftasının son günlerini yaşamakta olduğu için kendisini biraz hüzünlü hissediyordu. Haftaya bugün fuar çalışmaları ve iki yıllık izni sona erecek, bu yüzden de İstanbul’a dönmek zorunda kalacaktı. Bunu düşünmek içinde nahoş[1] bir sızıya neden olduğundan pencereye yanaşıp bugün pek de bunaltıcı olmayan havayı ciğerlerine çekerek rahatlamaya çalıştı. Hâlbuki üç hafta önce bugün burada olmaktan son derece hoşnutsuzdu ve rahatlamaya çalışma sebebi şu anki sebeplerinin tam tersiydi. İçine doldurduğu temiz havayı yavaş yavaş dışarıya üflerken olayların aslında beklenmedik şekilde gelişmesinin bazen güzel ve tatlı tarafları olabildiğini düşündü. Evet, şimdiye kadar kaderinin iplerini elinde tutmayı ve hayatını yönetebilmeyi seven biri olmuştu ama bunun kötü tarafları da vardı. Mesela bu yüzden hayatı hiçbir zaman tek düze bir yaşam tarzının içerisine sıkışmaktan öteye geçememişti. Selçuk şu son üç haftalık süreçte, bundan önceki hayatının uzun yıllarında elde ettikleriyle kıyaslanacak olursa fazlasıyla deneyim ve farkındalık sahibi olduğuna karar verdi. Karısıyla yaşadığı acı tecrübe hayata dair edindiği ilk kayda değer çıkarımdı. Ama bu çıkarımdan pek de hoşnut kalmamış ve hayatın sürprizli taraflarından nefret etmişti. Ama şimdi görüyordu ki hayatın sürprizleri her zaman insanı derinden yaralayan ve yıpratan cinsten değildi. Belki de insanı olumlu ya da olumsuz yaşatan, bu inişler ve çıkışlarla dolu beklenmedik hadiselerdi. Her ne olursa olsun, içinde kimi zaman kabaran sızıya rağmen şu anda olduğu yerden ve hayatından memnundu. Karısını kaybettiği günden sonra herkes Selçuk’un derin bir üzüntü içerisinde uzunca bir süre hapis kalarak yaşadığını zannetmişti. Fakat tam aksine uzunca bir süre hissizlikle yaşamıştı. Doktoruna göre acı çekiyor olması, hissiz kalmaktan daha faydalı bir seçenekti. Son iki yılını yalnızca işine ve başarıya odaklanarak geçirmiş, kendisini hayatın tatlarına ve güzelliklerine tamamen kapatmıştı. Bu onun için bir yas biçimiydi ve bunun için kendisini suçlamıyordu. Ama işlerin kendisini getirdiği noktada görüyordu ki bu süreçte yalnızca kendisini değil, kalbini de tutsak etmişti. Uzunca bir süre tıpkı özgürlükten haberi olmayan bir köle gibi köleliğin en iyi standartlarında yaşadığını düşünerek kendisini şanslı hissetmişti. Ne var ki şimdi özgürlükten haberi olmuştu ve kalbi kanatlanarak uçmak ve yaşayabileceği tüm güzellikleri yaşayabilmek arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Kalbindeki kanat seslerini işitince komodinin üzerinde duran telefonuna yöneldi. Ahsen’in ismi ilk sırada olduğundan bulması birkaç saniye bile sürmedi. “Alo Selçuk?” “Merhaba nasılsın?” “Eh, aslında biraz başım belada. Evde yapılması gereken yığınla iş var ama oğlum dışarı çıkacağım diye tutturdu.” “Gerçekten mi? Bu harika!” “Harika mı?” “Evet; çünkü ben de sana buz pateni yapmayı teklif etmek için aramıştım.” “Buz pateni mi?” “Evet, sevmez misin?” “Şeyy, biraz teslimiyet kokusu alıyorum sanki.” “Kesinlikle! Belki de artık biraz cesaret göstermeyi denemenin ve özgürleşmenin zamanı gelmiştir. Ne dersin? Güven’e işler bitene kadar sabrederse akşam onu buz patenine götürmeyi teklif edebilir misin?” Kadın gülümseyerek “Peki, o zaman akşam seni otelden alırız, anlaştık mı?” diye sordu. “Harika, anlaştık.” *** Selçuk öğleden sonra bir araba kiralama şirketine uğradı. İki yıl sonra ilk kez direksiyonun başına geçeceği için heyecanlıydı. Fiat marka aracın ön koltuğuna bindiğinde bir süre elleri direksiyonda öylece bekledi. Sonunda kendisine Ahsen’e söylediği cümleyi hatırlatmak zorunda kaldı. Artık biraz cesaret göstermenin ve özgürleşmenin zamanı gelmişti. Bunun da tek yolu teslimiyetten geçiyordu. Derin bir nefes alarak ayağını marşa bastı. Arabayı yavaş yavaş yanındaki iki aracın arasından çıkardı. Sonra bir öncekinden de daha derin bir nefes alarak gaza bastı. Şimdiye kadar bir panik nöbeti yaşamadığı için cesaretinin yerine geldiğini hissediyordu. İçinde bir yerlerde cesarete olan inancının kabuğunu kırmak için baskı yapmaya çalışan bir korku olduğunu hissetse de tüm zihnini ona kapattı. Ve yağ gibi kayan asfalt yolda ilerleyerek Ahsenlerin evinin bulunduğu sokağa girdi. Yağ yeşili evin önüne arabayı park ederken kendisini son derece gururlu ve bisiklet sürmeyi yeni öğrenmiş çocuklar kadar coşkulu hissediyordu. Arabadan inerek bahçede kendisini fark eden çocuğun karşılamasına gülümseyerek karşılık verdi. “Anneeee, Selçuk amca geldi! Gidiyoruz gidiyoruz!” “Dur bakalım, ben biraz erken geldim. Annenin işi bitene kadar köpeğine yeni numaralar öğretebiliriz belki, ne dersin?” Çocuğun büyük, kahverengi gözleri kocaman açıldı. “Gerçekten mi?” Bu sırada Ahsen üzerinde mutfak önlüğü, elinde bir ovma teliyle dışarı fırladı. Toplu saçları dağınıktı. Bu şekilde yakalanmaktan utanmış gibi bir hâli vardı. “Seni otelden almayacak mıydık?” “Aaa evet, şey, bennn…” Haber vermek detayını tamamen unutmuştu. Eliyle kapının önünde duran aracı işaret etti. “Bir araç kiraladım ve sürerken kendimi heyecandan burada buldum.” Kadının gözleri şaşkınlıktan kocaman açıldı. Selçuk bu sırada anne ve oğlun birbirlerine ne kadar benzediklerini fark etti. “Ciddi misin? Araba mı kullandın? İnanmıyorum!” Selçuk dudaklarını içine çekip sağ eliyle saçlarını karıştırdı. “Cesaret etmek ve özgürleşmek konusunda ciddiydim.” Kadının durumdan ne kadar etkilendiğini sezdiği için kendisini olduğundan daha yürekli hissetti. “Tebrik ederim. Büyük başarı doğrusu, umarım ben de senin kadar cesur olabilirim.” Selçuk gülümsedi. “Bundan şüphem yok.” “İçeri geçmeye ne dersin? İşimiz bitinceye kadar limonata içerek kurabiye yer ve istersen televizyon seyredebilirsin.” “Eh, teşekkürler ama ben başkasına söz verdim. “Yaaa?” Selçuk kadının tepkisinden ve yüzündeki şaşkın ifadeden inanılmaz bir keyif aldı. Sonra gözlerini devirerek umutları boşa çıkmış gibi yere çökmüş bir solucanla oynamaya başlayan çocuğu işaret etti. “Biz birlikte Toto’ya yeni numaralar öğreteceğiz.” Çocuk yerinden kalkıp sevinçle çığlık attı. “Eveeet!” Selçuk kadının gerilen yüz hatlarının rahatlayarak gevşemesini seyretti. “Emin misin?” “Evet, işimiz bitince limonata ve kurabiyeler için bizi çağırabilirsin. Çünkü hak etmiş olacağız.” Kadın minnettarlık kokan sıcacık bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Teşekkürler.” *** Ahsen kurabiye zamanının geldiğini haber vermek için dışarı çıktığında, Toto’ya etraflarında iki kez ileriye, iki kez de geriye dönerek tur atmayı ve bacak arasından geçmeyi öğretmeyi başarmışlardı. Güven sevinçle ellerini yıkamak için içeri koştu. Selçuk evin içini ilk kez görüyordu. Krem, hardal ve yosun yeşili mobilyaların ortama kattığı renklilik, iç açıyordu. Orta sehpa, iki koltuk arasına konulmuş fiskos masası ve televizyon dolabının ahşabını örten el işi dantellerin, eve kadın elinin değdiğini gösteren tatlı, zarif ama aynı zamanda uyumlu detaylar olduğunu düşündü. Yerdeki kahverengi, dokuma halı ise odadaki diğer tüm eşyalarla uyum sağlayarak ortamın havasını tamamlıyordu. Güven ve Ahsen hazırlanmak için içeriye gittiklerinden Selçuk, kadının annesiyle baş başa oturarak beklemek zorunda kaldı. Kadının, Ahsen ve Güven’in kocaman kahverengi gözlerinin aksine mavi ve kısık bakan gözleri, üzerinde ilkokul öğretmeni edasıyla gezinip durduğundan limonatası birkaç kez boğazına takıldı. “Çocukları seviyorsunuz anlaşılan?” Selçuk öksürerek boğulma riskini yok etmek için limonatasını sehpanın üzerine bıraktı. Başını saygı ifadesiyle aşağı yukarı salladı. “Evet, severim.” “Kendinizin olmasalar bile mi?” “Evet, her çocuk sevilmeyi hak eder.” Selçuk kadının ciddiyetle gerilmiş yüz hatlarından belli belirsiz bir gülümsemenin geçtiğini gördü. “Kızımdan hoşlanıyor musunuz? Selçuk yanaklarına basan ateşle yerinde huzursuzca kıpırdandı. Kadın beklemediği kadar açık sözlü çıkmıştı ve buna ne cevap vermesi gerektiğini kestiremiyordu. Yalan mı söylemeliydi. Yoksa açık açık gerçeği itiraf etse daha mı iyiydi? Neyse ki bunu daha fazla düşünmesine gerek kalmadan Ahsen ve Güven içeri girdi. Selçuk sevinçle yerinden kalktı. “Eh, limonata ve kurabiyeler için teşekkürler… *** Selçuk arka koltuğa oturan Güven’in emniyet kemerini iyice kontrol ettikten sonra Ahsen’in yanına sürücü koltuğuna geçip oturdu. Buraya kadar yalnız başına sorunsuz bir şekilde gelebilmişti. Ama yanında iki canın daha sorumluluğunu taşıyor olmanın nasıl bir his olacağını önceden kestirememişti. Her ne kadar dışarıya belli etmemeye çalışsa da olası bir panik nöbeti geçirmekten korktuğunu hissetti. Bu işe kalkışmadan evvel psikoloğuna danışmayı akıl edemediği için pişmanlık duydu. Ama artık çok geçti ve yapılacak bir şey yoktu. Çocuk gibi vazgeçtiğini söyleyemezdi. Derin bir nefes alarak gaza bastı. Sessiz ve sakin olan sokağı arşınlayarak ana yola doğru çıktı. Ahsen mütemadiyen[2] sorular sorarak dikkatini farklı yöne çekmeye çalışıyor, belli ki durumu onun için kolaylaştırmaya çalışıyordu. Aslında bu çabası Selçuk’un tatilinin bitmesine yönelik yaptığı yorumuna kadar işe yarıyordu. “Eh, tatillerin kötü tarafı da göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor olmaları, öyle değil mi?” Trafiğin sıklaştığı ve arabaların iç içe girdiği bu anlarda birden kafasının içinde anılardan çıkagelen bir sitem yankılandı. “Tatillerin kötü tarafı da göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor olmaları… Nefesi daralıyor ve alnında kümelenen ter damlacıkları, şakaklarından boynuna doğru akıyordu. Gözlerinin kararır gibi olduğunu, tansiyonunun düştüğünü hissediyordu. Yoksa geçmişe mi dönmüştü? Her şey ne kadar da tanıdıktı. Görüntüler ne kadar da hayal olacak kadar puslu, sesler ne kadar da bir girdabın içinde dönercesine uzak ve karmaşıktı. Selçuk bayılacağını düşünürken kulağının dibinde notaları adeta kadife mürekkeple çizilmiş bir ses işitti. “Yapabilirsin!” Ardından yüzünde bir serinlik hissetti. Silkelenip kendine geldiğinde arabayı yol kenarına çekmiş olduklarını gördü. Kadının nefesini kulağının dibinde hissedebiliyordu. Elindeki pet şişeden avucuna döktüğü suyla ıslattığı narin elleri yüzünde ve boynunda dolaşıyordu. “Ne oldu?” “Yapamayacağını söyleyerek arabayı kenara çektin.” Selçuk suçlulukla başını eğdi. “İstersen direksiyona sen geçebilirsin. Ben… Bunu nasıl göze alabildim bilmiyorum. Sizi tehlikeye atmaya hakkım yoktu.” [1] Hoş olmayan, hoşa gitmeyen. [2] Sürekli, devamlı.