İzmir Masalı

Kozmetik Standı

15
68
79
1
Kozmetik Standı Selçuk sabaha, karısının ölümünden bu yana ilk defa deliksiz bir uyku çekmiş olarak gözlerini açtı. Komodinin üzerinde duran lacivert renk, süet[1] kılıflı telefonu eline alıp baktığında, vaktin neredeyse öğlen olduğunu görüp şaşırdı. Oysa kendisini hiç de bunca zamandır uyumaktaymış gibi hissetmiyordu. Telefonunda iki cevapsız arama ve bir mesaj vardı. Hepsi de Ayhan ismindeki pazarlamacı adama aitti. Mesajı açıp okudu, “Ergun arayıp fuar görevinden muaf__[2]__ olduğunu söyledi, biz yine de giderken haber vermek istedik. Aradık ama ulaşamadık. Tahminimizce uyuyakaldın. Gelip durumu gözlemlemek istersen gün içerisinde uğrayabilirsin. Ayrıca mailine bir adres yolladım. Dışarı çıkıp etrafı turlamak istersen gidebilirsin. Şahane bir yerdir. Aklında bulunsun, pişman olmazsın.” Selçuk mesajlarından çıkıp mailine girdi. Adres bir kafeye aitti. Kafenin ismini tarayıcıda aratarak görselleri ve yorumları inceledi. Daha çok orta yaş ve üstü kesimin gittiği otantik ve sakin bir yere benzediğini düşündü. Ayhan Bey kendince incelik yaptığını düşünüyor olmalıydı ama Selçuk bu durumu olsa olsa adamın kendisine karşı sergilediği bir zevk gösterisi olarak algılıyordu. Çünkü bu adam, yola çıktıklarından beri kendisinden rol çalmaktan ve herkesin sevgilisini oynamaktan başka bir şey yapmamıştı. Yataktan çıkıp elini yüzünü yıkadı. Her zaman yaptığı gibi yanında getirdiği aromatik Hindistan cevizi kokulu şampuanı uzun uzun kokladı. Sonra da kıyafetlerini değiştirip aşağı indi. Sabah kahvaltısının devam ettiğini görünce sevindi. Açık büfeden kendisine zengin bir kahvaltı tabağı hazırlayarak bol vitaminli bir ziyafet çekti. Kahvaltıdan sonra biraz yürüyüşe çıkmaya karar verdi. Resepsiyonda görevli olan adamdan Konak ve civarlarında gezilmesi gereken yerleri gösteren bir harita aldı. Otelden çıkıp Konak Meydanına doğru yürüdü. Bir süre banklarda oturarak güvercinleri kaçırmaya çalışan çocukların coşku dolu neşelerini seyretti. Bir tarafta koşuşan çocuklar, bir tarafta uçuşan kuşlar ve karşısında kocaman bir saat kulesi… Şu an içinde bulunduğu manzara sanatsal bir dram sahnesi olmaya çok müsaitti. Tanrının yukarılardan bir yerlerden bu anın siyah beyaz bir fotoğrafını çekmekte olabileceğini düşündü. Saat kulesi zamanı gösteriyordu. Uçabilen ama ekmeklerini buradan elde ettikleri için asla uzaklara gitmeyi akıl edemeyen kuşlarsa dışında ne kadar özgür yaşıyormuş gibi gözükse de içinde hapis olduğu dünyayı… Çocuklara baktığındaysa cevabını asla bilemeyeceği soruları sorarken buluyordu kendisini. Karısı yaşasaydı bir çocukları olur muydu? Eğer olsaydı hayatları nasıl olurdu? Bilmiyordu. Bilemeyecekti… Ah, bunları düşünmekten korkuyordu işte. Bunları derinlemesine düşünmekten… Bu yüzden kaçıyordu tatillerden. Bu yüzden dinlemiyordu, ona yalnızca tek bir meseleden dem vuran iç sesini. Hesaplaşmak istemiyordu duygularıyla. Karısının varlığına vurgu yapamayacak olduğu gibi yokluğuna da vurgu yapmak istemiyordu. Kendisine yakın değildi artık. Bunu biliyordu. Ama böylesine uzakta olduğunu hissetmek, bu fark ediş ânını uzun uzun yaşamak da istemiyordu. Yerinden kalktı. Bu manzara olması gerektiği kadar keyifli değildi artık. Deniz kenarında yürüyerek yosun ve balık kokulu denizi seyretti. Oltalarını denize atmış ve iskemlelerine yayılmış olan insanların yanlarından geçti. Hava hem nemli hem de öğlenin tam ortasında oldukları için fazlasıyla sıcaktı. Susadığını hissetti. Gezmek için çok yanlış bir zamanı seçtiğini yeni anladı. Geriye dönüp otele gitmeyi düşündü ama bu fikrinden hemencecik vazgeçti. Telefonunu çıkarıp Ayhan Bey’in mail attığı adrese tekrar baktı. Adresi telefonun haritasında aratınca kafeye çok yakın olduğunu görüp sevindi. Altmış metrelik bir mesafeyi kat ettikten sonra sözü geçen kafeyi rahatlıkla bulabildi. Kafenin ön duvarları etnik desenlerdeki çeşitli kandillerle süslenmişti. Kapı girişinin her iki tarafında hayvan figüründen iki adet heykel, müşterileri karşılıyordu. Selçuk içeri girince iç duvarların yeşilin pastel tonlarına boyanmış olduğunu gördü. Duvarlar kendisi kadar pastel tonlar içeren figüratif[3] tablolarla bezeliydi[4]. Tavanlardan ince detaylarla süslenmiş, etrafa sıcacık bir ışık saçan su kabağından renkli avizeler sarkıyordu. Yuvarlak mini ahşap masaların kenarlarına kadife kumaştan mürdüm rengi iskemleler dizilmişti. Alanın doğu cephesini, boydan boya bir kitap dolabı kaplıyordu. Raflardaki kitaplar ve aralara serpiştirilmiş biblolar ortama huzur verici bir hava katıyordu. Selçuk Ayhan Bey’e karşı her ne kadar olumsuz duygular beslese de belli ki zevkleri birbirine oldukça yakındı. Kitaplığa en yakın olan masalardan birine geçip buzlu bir limonata sipariş etti. Limonatasını bir dikişte bitirip susuzluğunu dindirdikten sonra tarzına uygun bir roman seçerek orta şekerli bir kahve söyledi. Kahvesi gelince garson kıza teşekkür etmek için başını kitaptan kaldırdı. Tam bu sırada güneş gözlüklerinin altından bile kendisini süzmekte olduğu belli olan bir adam dikkatini çekti. Kendini kitaba vermeye çalıştı ancak adamın bakışlarını üzerinde öyle yoğun hissediyordu ki başaramadı. Adam Selçuk’un rahatsızlığını hissetmiş olacak ki masasından kalkarak yanına geldi. “Affedersiniz. Birkaç dakikadır bakışlarımla sizi ne kadar rahatsız ettiğimi fark ediyorum ama tanıdığım birine çok benzettim. Adınız Selçuk olabilir mi acaba?” “Evet, siz kimsiniz?” Adam güneş gözlüklerini çıkardı. “Ben lise birinci sınıftan Ferit, hani meslek lisesinin ilk iki ayında çok yakın arkadaş olmuştuk, hatırladın mı?” Selçuk Ferit’i pek tabii hatırlamıştı. Ferit meslek lisesinin ilk yılında çok yakın arkadaşlık kurduğu biricik arkadaşıydı. Ne var ki iki ay sonra aslında Güzel Sanatlar Lisesi’ni kazandığı ve bir yanlışlık olduğu için çağrılmadığı ortaya çıkmıştı. Ferit de en büyük hayalî olan ressamlık ideallerini gerçekleştirmek üzere okuldan ayrılmıştı. Bu yüzden iki ayda edindikleri bu güzel arkadaşlık yarıda kalmıştı. Selçuk yerinden kalkarak yıllar sonra karşılaşmayı hiç ummadığı arkadaşına şaşkınlık içinde sarıldı. Ferit sarışın, kısa saçlı ve bebek yüzlü bir çocuktu. Şimdiyse uzun saçlarını arkasında toplamış ve çenesinin altında hatırı sayılır bir miktar sakal bırakmıştı. Bir tek bakışları hiç değişmemişti. Buz mavisi gözleri hâlâ sanatsal bir derinlikle parlıyordu. “Eee, anlat bakalım, hangi rüzgâr attı seni İzmir’e?” diye sordu Ferit. “Aslında iş için gelmiştim ama bir anda izin kullanmam gerektiğini öğrendim. Biraz karışık bir mesele… Ya sen ne yapıyorsun buralarda?” “Ben burada yaşıyorum. Liseden sonra Ege Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kazandım. Yüksek lisansımı da aynı yerde yapınca üniversitede akademisyen olarak kalmaya karar verdim.” “Akademisyen mi? Ama sen hep ressam olmak istediğini söylerdin.” Ferit dudaklarını büzdü, “Öyleydi. Ama günümüz şartlarında sanata olan ilgi ortada. Ben de büyüdükçe hayallerin karın doyurmadığını öğrenen herkes gibi iş seçimimde hayat koşullarını göz önünde bulundurmak zorunda kaldım.” Birden büzülen dudakları neşeyle gülümsedi. “Ama İzmir’de kalmanın güzel tarafları da var. Burada bir kadınla tanıştım ve ona âşık oldum.” “Çok sevindim.” dedi Selçuk. Arkadaşının olumlu yönlere odaklanan tarafına geçmişten aşina[5] olduğunu hatırladı. “Sen neler yaptın? Liseden sonra yani?” “İstanbul Üniversitesi’nde yazılım mühendisliği okudum. Sekiz yıl önce de şu anda çalıştığım yazılım firmasında işe başladım. Aynı sene evlendim. Ne yazık ki iki yıl önce eşimi trafik kazasında kaybettim.” Bunun üzerine Selçuk Ferit ile lise yıllarında kısa sürede nasıl çok yakın bir arkadaşlık kurabildiklerini çok iyi anladı. Ferit genelde Selçuk’un trajik kaybını öğrenen herkes gibi ah vah etmek yerine durumu abartısız bir içtenlikle karşıladı. Selçuk ilk kez kendini bunları anlatmak zorunda kaldığında hissettiği kadar berbat hissetmiyordu. Çünkü sanırım size formaliteden taziyeler dileyen insanlarla sizinle gerçekten bir bağ kurabilen insanlar arasındaki farkı hissedebiliyordunuz. Elbette, formaliteden taziyelerini ileten insanları suçlamıyordu. Kendisinin de aynı şeyi yaptığı çok kez olmuştu. Kendi kaybınız olmadığı sürece, hiç kimseden sizinle aynı duyguları paylaşmayı bekleyemezdiniz. Ama Ferit sahip olduğu sanatsal ruhtan olsa gerek varoluşa ve yok oluşa karşı değişik bakış açılarına sahipmiş gibi görünüyordu. Selçuk böyle bir tesadüfe denk geldiği için öylesine mutlu oldu ki sohbet ederek iki saati devirmiş olduklarını çok geç fark etti. İkindi vakti fuar alanına gidip durumu gözlemlemeyi düşündüğünden birbirlerinin telefon numaralarını alarak kafeden ayrıldılar. Selçuk burada olduğu sürece nasılsa daha çok görüşeceklerdi. Bundan sonra nerede olurlarsa olsunlar görüşeceklerdi. İkisi de yıllar önce kurdukları arkadaşlıklarının boşuna olmadığını fark etmişlerdi. Dünyada insanın başına pek nadir gelecek olan bir bağa sahip olmasalardı yıllar sonraki tesadüfi bir karşılaşmada dostluklarına kaldıkları yerden devam edemezlerdi. Selçuk fuara gitmek üzere yürürken havadaki sıcağın bir nebze de olsa azaldığını fark etti. Tatlı bir rüzgâr, insanları kavurmak isteyen sıcağa karşı takdire şayan bir mücadele vererek esiyor, havanın bunaltıcılığını biraz da olsa alıp götürüyordu. Şimdi etrafındaki manzara gözüne, öğlen olduğundan çok daha iç açıcı görünüyordu. Fuar alanına vardığında yol boyunca hissettiği durgunluk, muazzam bir kalabalığa karışarak uzaklaştı. Ortam değişik parfüm kokularıyla harmanlanmış; fakat farklı tarzlardan yükselen bu odunsu, baharatlı, çiçeksi taze notalar sanki tek bir konseptte[6] birleşmişti. Ofis kokusu… Selçuk iş yerlerinden kilometrelerce uzak bu açık alanda dahi iş hayatının içine sinmiş bu kokuyu, günlük hayatı oluşturan kokulardan ayırt edebiliyordu. Ne de olsa kokular onun için çok önemliydi. Kokular, kişilere ve anılara dair imzalar demekti. Alanda Ayhan Bey’in konum attığı yere doğru ilerlerken burnuna tüm kokulardan ayrışan bir koku nüfus etti. Çok iyi tanıdığı, son derece aşina olduğu bu kokunun büyüsüne kapılarak rotasını tam anlamıyla değiştirdi. Aromatik Hindistan cevizi… Kokunun merkezine vardığında HİL-SAN KOZMETİK adındaki bir şirketin logosuyla[7] karşılaştı. Şirkete ayrılmış stantların üzerinde çeşit çeşit kozmetik ürünleri gözleri kamaştırıyordu. Bir grup insan toplaşmış, dolgunlaştırıcı şampuan tanıtımı yapan bir kadının sunumunu seyrediyorlardı. Selçuk biraz daha yaklaşıp kadına baktığında, gözlerini kadından ayıramadığını fark etti. Biraz daha yaklaştı. Gözleri ne kadar da güzeldi. Biraz daha… Kirpikleri ne kadar da uzundu. Biraz daha… Burnu yüzüyle ne kadar uyumlu ve kusursuzdu. Biraz daha… “Veee işte bir gönüllü! Beyefendiyi alkışlayalım lütfen.” Selçuk daha ne olduğunu anlayamadan kendisini bir saç yıkama ünitesinin koltuğuna oturtulmuş vaziyette buldu. Az sonra tanıtım yapan kadının yumuşacık elleri saçının arasında dolaşıyor, şampuandan yayılan Hindistan cevizi kokusu tüm benliğini sarıyordu. Bedeni, saçlarında dolaşan ellerin marifetli dokunuşlarıyla gevşerken tüm benliğini saran o bilindik kokunun ferahlığıyla ruhunun hafiflediğini hissetti. Tarifsiz bir huzur hissinin içerisinde sadece ne şekilde içine düştüğünü anlayamadığı bu anda kalmak istedi. Az sonra genç bir adam saçlarını kurulayarak fön makinesiyle şekillendirdi. Selçuk kendisine verilen aynada, normalde her zaman biraz sönük duran saçlarının nasıl hatırı sayılır bir biçimde dolgunlaştığına şaşırarak görüntüsünü beğendi. Sonuç karşısında etraftan alkış sesleri yükseldi. Selçuk da kendisini ayağa kalkmış alkışlarken buldu. Neden sonra standın önünde şampuanı almak için sıraya geçmiş erkeklerden oluşan bir kuyruk oluştu. “Gönüllülüğünüz için çok teşekkür ederim. Kadınlar arasından istekli birini bulmak her zaman çok kolaydır; ama söz konusu erkekler olunca ürünleri deneyecek birini bulmak zorlaşabiliyor.” Selçuk ne diyeceğini bilemeyerek yüzünün her hattı suratına özenle yerleştirilmiş olan esmer kadına baktı. Hayatının hiçbir aşamasında bir kadının güzelliğine hayran olduğunu hatırlamıyordu. Hâlbuki hepimizin; belki kendimizin bile fark edemediği bir simetrik zafiyeti vardı. Eğer size gerçekten tüm detaylarıyla hitap eden bir görüntüye denk gelirseniz ona hayran olabilirdiniz. Selçuk şu an, tam da böyle bir anı yaşamakta olduğunu düşünüyordu. Bakışlarının birkaç saniyeden fazla süredir kadının yüzünde sabit kaldığını fark ederek gözlerini kırpıştırdı. Derin bir nefes alıp kadının güzelliği karşısında kuruyan dudaklarına harfleri zoraki bir şekilde yerleştirdikten sonra konuştu, “Rica ederim.” Kadının yaka kartında Pare Işık yazdığını fark ederek aceleyle ekledi, “Pare Hanım.” Sonra da son birkaç dakikadır cebinde belli aralıklarla titreşmekte olan telefonu cevaplamak için izin istedi. Geç kaldığı için standı bulup bulamadığını merak eden Ayhan Bey’e birazdan orada olacağını söyleyerek telefonu cebine koydu. O sırada kalabalık bir müşteri grubuyla ilgilenmekte olan kadına son bir kez daha baktıktan sonra kendi stantlarına gitmek üzere oradan uzaklaştı. Selçuk Ayhan Bey ve ekip arkadaşlarının yanına vardığında dikkatleri ilk çeken şey saçı oldu. Saçının yeni şekline övgüler yağdıran ekip arkadaşları nerede yaptırdığını sordular. Selçuk onlara HİL-SAN KOZMETİK markasının şampuan tanıtımından bahsetti. Bunun üzerine bahsi geçen şirketin sahibi olan kadının Ayhan Bey’in eskiden çok yakın bir arkadaşı olduğunu öğrendi. Hatta anlattığına göre kadın, Ayhan Bey’den çalışanlarına pazarlama üzerine bir seminer vermesini rica etmiş, Ayhan Bey’de uygun bir zamanda bu isteğini gerçekleştireceğine dair kadına söz vermiş. Selçuk birden seminerde bulunmak arzusuna kapıldı. Az önce gördüğü kadını yeniden görebilmeyi ve onunla sohbet edebilmeyi çok isterdi. Ama bu arzusu birdenbire içine çöken karamsar bir duyguyla alevlenip yanarak küle dönüştü. Selçuk son birkaç saatini işlerin gidişatını kontrol ederek geçirdi. Görünüşe göre fuar çalışmaları son derece başarılı sonuç veriyordu. Selçuk Ayhan Bey’in kendisinin başarabileceğinden daha iyi iş çıkardığını kabul etmek zorundaydı. Gözlemlemesi biter bitmez fuardan ayrıldı. Dönerken HİL-SAN KOZMETİK standının önünden geçmemeye dikkat etti. *** Akşam yemeği dünden çok daha verimliydi. Selçuk Ayhan Bey’e karşı ilk görüşte duyduğu kadar belirgin bir olumsuzluk hissetmediğini fark etti. Belli ki artık ekibi yönetmek konusunda onu kendine rakip görmediği için hislerinde bir yumuşama meydana gelmişti. Aslına bakılırsa şu an onun yerine bu işleri hakkıyla halledecek biri olduğu için kendisini şanslı hissediyordu. Daha tatilinin ilk gününden patronu Ergun Bey’i haklı çıkarmak istemezdi ama Selçuk bir süre dinlenmenin ve koştura koştura bir şeylerle uğraşmak zorunda olmamanın verdiği huzuru hissetmeye başlamıştı. Bunu bir kez tatmış olması onu işleri yönetme arzusundan uzaklaştırmıştı. “Dediğim yere uğrama fırsatı bulabildin mi?” Selçuk başını dilimlemeye çalıştığı kuzu pirzolasından kaldırıp Ayhan Bey’e baktı, “Evet, dediğiniz kadar varmış. Çok beğendim.” Ayhan Bey roka salatasının üzerine balzamik sirke[8] gezdirirken “Beğenmene sevindim.” dedi. “Zevklerimizin benzer olduğunu tahmin etmiştim.” Selçuk başını aşağı yukarı salladı, “Orada çok eski bir arkadaşımla karşılaştım. Adı Ferit! Kendisi Ege Üniversitesinde Akademisyenmiş.” Ayhan Bey gülümsedi. Selçuk o an adamın dişlerinin bembeyaz olduğunu ve kısa, gür, beyaz saçlarıyla bütünleşip yüzünü ışıl ışıl aydınlattığını fark etti. Görünüşe göre Ayhan Bey iş hayatında kendisine rakip çıkmadığı sürece son derece tatlı ve sempatik bir adamdı. Akşam yemeklerinin ardından tüm ekip deniz kıyısında yürüyüş yapmaya çıktılar. İzmir’in akşamları öğlenlerinin aksine pek ferahtı doğrusu. Selçuk şu anda burada ve ekip arkadaşlarıyla bir arada olduğu için mutluydu. Hatta Ayhan Bey ile birlikte olduğu için bile mutluydu. İşler bu şekilde ilerlemeye devam ederse patronuna bir özür ve teşekkür borçlu olacağını hissediyordu. Yıldızlı bölümden uygun gördüğünüz puanı vermeyi unutmayın arkadaşlar. Sevgiyle kalın. __ __ [1] Yumuşak, yüzü ince havlı bir deri türü. [2] Bağışlanmış, affedilmiş. [3] İçinde insan, hayvan veya tabiat unsurları tasviri bulunan, temsili, tasviri… [4] Süslemek. [5] Bildik, tanıdık. [6] Tarz, düzen. [7] Bir resim veya harflerden oluşan işaret, marka. [8] Tamamen veya kısmen üzüm şırasından yapılan İtalya menşeli çok koyu, konsantre ve yoğun aromalı bir sirkedir.