KUZGUNCUK NO: 11/12

1.BÖLÜM : Hakan'ın yaşamı

4
40
23
Hayatta bazen olmak istediğimiz gibi birisi olamayabiliyoruz. Yaşımız ilerledikçe kişiliğimizin farkında olarak ya da olmayarak sağlam bir temele kavuştuğunu düşünürüz. Fakat bu büyük bir yanılgıdır; en ufak bir darbede yıkılabilecek kadar çürük bir temele sahip olabiliriz. Bütün hayatımız bir gecede, bir sohbette ya da bir anıyla yok olabilir. Hayat bazen göründüğünden çok farklı ve tahmin edilemez olabilir. Hakan da hayatının farkına vardığında kırk yaşındaydı. Bu yaş onun için çok önemliydi, zira babasının vefat ettiği yaştan bir yaş daha büyüktü. Hakan, henüz üç yaşındayken babasını kaybetmiş ve yetim kalmıştı. Bu, aldığı ilk darbeydi. Zorlu yaşantısında büyük bir baba özlemi çekmiş, annesinin gölgesine sığınmış ama babasını içinde büyük bir dert olarak taşıyan bir genç olarak ilkokul yıllarına başlamıştı. Annesi onun her zaman desteklemeye çalışıyordu; ancak babasının yokluğundan ötürü bütün yükleri omuzlamış, yoğun bir çalışma ve ev işleri arasında gelip geçen bir hayatın yanı sıra Hakan ile ilgilenmeye, babasının yokluğunu hissettirmemeye çabalıyordu. Beraber maketler ve tasarım ödevleri yapmaya özen gösteriyorlardı çünkü genelde en yakınlaştıkları ve her şeyi unutup keyifli vakit geçirdikleri anlardı bunlar. Annesi her şeyi yapsa da Hakan’ın bir türlü baba özlemi dinmiyordu. Bunu okulun ilk yılları olduğundan, zamanla alışacağını ve bir süre sonra yokluğunu bile hissetmeyeceğini düşünüyordu; lakin öyle olmadı. İlkokul yıllarında yaşadığı zorluklar, ortaokul ve lisede de devam etti. Artık arkadaşlarının babası olmasına değil, onun babasının neden olmadığını kafaya takıyordu. Tanrı'ya sitemler ederek öfkesini kusuyor, asıl suçlu olarak onu görüyordu. Lise dönemindeyken bu düşünceler nedeniyle hayat ve yaşam üzerine düşünmeye, dünyadaki dertleri tek tek sorun etmeye başladı. İnsanların bu kadar korkmadan, göz göre göre yok ettikleri hayatları izlemek onu içten içe rahatsız ediyordu. İçinden çığlıklar atıyor, “Yapmayın” diye haykırmak istiyordu. Fakat bir şey de fark etmişti: birçok insan zaten bunun farkındaydı. Onlar da çığlık atmak istiyorlardı. Ancak sanki onları görünmez zincirler tutuyor gibiydi. Ne kadar çırpınsalar bile o zincirleri koparamayacaklarına ikna edilmiş gibiydiler. Hakan, bu ve benzeri konulara kafayı takmıştı. O kadar çok düşünmeye başladı ki, çırpınan annesini kaybettiğini, liseyi bitirdiğini fark edemedi. Zihnini meşgul eden düşünceler ve insan davranışları üzerine olan merakı onu, insanların karanlık yüzlerini görmesi için Polis Meslek Yüksekokulu'na yönlendirdi. Hakan’a göre yaşam binlerce bilmeceden oluşuyordu. Sanki onun tek vazifesi, bu bilmeceleri çözmek ve gerekli cevapları öğrenmekti. Bu başlangıç ve yok oluş noktaları arasındaki sırlara o kadar bağlanmıştı ki, kendi yaşamının eridiğini ve hayatının bir ırmak gibi kayıp gittiğini anlamıyordu. Adalet, eğitim ve siyaset kavramlarını düşünüyor. Hayatta en suçlamayı sevdiği şey Tanrı’yı suçlayarak vicdanını rahatlatıyordu. Ta ki günün birinde Tanrı yok olup bütün suçlardan arınana dek bu böyle devam etti. Yıllardır suçladığı, her kötülüğün ve nefretinin kaynağı olan figürün birden yok olması onu derinden sarsmıştı. Cevapladığını sandığı birçok bilmeceye baktığında, verdiği cevapların ne kadar saçma olduğunu ve hayatın cevaplardan değil, yer yer sadece sorulardan oluştuğunu anlaması uzun sürmedi. Bunu fark ettiğinde ise Polis M.Y.O. mezunu olmuş ve evliliğe adım atmış bir vaziyetteydi. Bazen en önemli kararları verdiğimizde kendimizde olamayabiliyoruz. Hayatın bir çarktan ibaret olduğunu biliyordu; lakin kendisinin de o çarkın bir parçası olduğunu hiçbir zaman kabul etmemişti. O beynin bu düşüncelere kaptırırken, hayatın çarkı dönmeye ve onun kararlarına müdahale etmeye çoktan başlamıştı. O çok eleştirdiği insanlar gibi bir hayat yaşamaya mecbur kaldığını fark edemiyordu. Zihninde dönen sorular ve cevaplamaya çabaladığı bilmeceler onu ele geçirmişti. Günler, haftalar, aylar su gibi akıp gitmişti. Hakan ne eşinin sancılarına ne de ağlayarak dünyaya gelen oğlunun farkındaydı. Hayatsız olarak nitelendiği insanlar, şimdi onu yargılamaya ve eleştirmeye başlamışlardı. İnsanlardan başka ne beklenirdi ki? Her zamanki gibi öz eleştiri yapmaktan korkarlar ama başkasını eleştirmekten, haksız yargılar savurmaktan asla geri kalmazlar. Geçmişin tek bir söze sığdığı bu zamanlarda, Hakan atanmış ve bir cinayet şube komiseri olmayı başarmıştı. Kendi isteği sayesinde sanmayın sakın, hayat çarkı öyle istemişti; onu sistemin devam etmesi için oraya layık görmüştü. Hakan, burada aradığı bilmecelere yenilerini eklemeye başladı. Onların çözümlerine ve bulamadığı hayatın sırlarına o kadar saplantılı bir hale büründü ki, artık o bile kendisine yardım edemez hale geldi. Çarkın kendisini layık gördüğü bu hapishane içinde, terk edilmiş harabeler gibi günden güne yosun tutmaya ve çürümeye başladığını fark edemiyordu. Zaman ilerledikçe hayatı birden stabil, durağan ve karamsar görünmeye başlamıştı. Hafta sonları hariç, her sabah, uykusunu aldığı bir saatte değil de zincirlerin varlığını hatırlatan alarm sesiyle uyanması onu içten içe rahatsız etmeye başlamıştı. Ama asıl onu rahatsız eden şey, yüzünü her sabah tekrar tekrar hafızasında kaydettiği eşinin yanından kalkıp, karamsar, boğucu havaya küfürler savurup, oğlunun varlığını hiçe saymasıydı. İlk başlarda ne kadar uğraşsa da zincirlerden bir türlü kurtulamadı. Gerçekten zincirler onu o kadar zorluyordu ki, boğuluyordu. Çırpınmalar arasında her şey gözünün önünden hızla akmaya, çark süratle dönmeye başladı. Zaman daha hızlı akmaya başladı. Yaşı otuz dokuzu geçmiş, kırka doğru yol almaya başlamıştı. Artık aklında ne bir bilmece, ne bir soru, ne de bir cevap verme arzusu kalmıştı. Tam her şeyi kabullenmeye, yaşamını boş geçirdiği fikrine kapılmaya başlamıştı ki, hayatın çarkı tekrar devreye girdi.