Uyandığımda odanın karanlık olmadığını fark ettim. Oysa ışıkları kapatıp yatmıştım, ama şimdi duvarlardan süzülen solgun, titrek bir parıltı her köşeye sinmişti. Gözlerimi ovuşturup dinlemeye çalıştım. Evde yalnızdım, eminim, ama koridordan gelen ayak sesleri zihnimi allak bullak etti. Hafif ve tereddütlü adımlar, sanki odama doğru ilerliyordu.
Kapı aralık mıydı? Emin değildim. Gözlerim kapıya kilitlenmişti, ama karanlıkta ne gördüğümden bir türlü emin olamıyordum. Derin bir nefes aldım, aldığım nefes ciğerlerimi yakacak kadar soğuktu. O an fark ettim… Bu koku… Çürümüş bir şeylerin kokusuydu. Yatakta hareketsiz yatarken kalbim öyle hızlı atıyordu ki göğsümden dışarı fırlayacak sandım.
Sonra ayak sesleri bir anda kesildi. Koca bir boşluk çöktü odama. Hiçbir ses kalmamıştı; ne adımlar, ne hafif bir rüzgâr hışırtısı, ne de saatin tik takları. Yatağın içinde öylece kalakaldım. Gözlerimle her şeyi tararken, çocukken geceleri gözlerimi açık tuttuğumda hissettiğim o korku geri geldi. O zamanlar gözlerim açık kalırsa hiçbir şey bana dokunamazmış gibi gelirdi.
Ama şimdi… gözlerim açıkken bile bir şeyin bana çok yaklaştığını hissedebiliyordum. Kapının aralığından içeri sızan karanlık, bir şekil almaya başlamıştı. Bir gölge… Hayır, bir el… Kapının kenarına uzanmıştı, ağır ve kemikli parmaklar kapının yüzeyini tırmalıyordu.
Kapıdan bana bakan o gözler… Parlak ve boş iki nokta. Nefes almayan, canlı olmayan bir yüze yerleşmişti. Gözlerimi kırpmadan ona bakıyordum, ama kaçacak yerim yoktu artık. Gözlerimi kapatsam bile o buradaydı.
Benimle.