İlginç bir şekli vardı. Hatta herkesin anlamayacağı, algılayamayacağı bir şekli vardı. Öyle ya, kendisi bile şu ana kadar hiç fark etmemişti onun orada olduğunu. Oysa işte gözleri, burnu, ağzı ile bir insan kafasıydı. Tamam, gerçi ağzı belli belirsizdi, burnu da epeyce yamuktu ve bir burun olduğunu anlamak için çaba harcamak gerekebiliyordu ama gözleri çok belirgindi ve adeta bir tek rengi eksikti. Hatta kaşları bile anlaşılabiliyordu. Dolayısıyla bir insandı işte, yani daha doğrusu insan başının silüeti…
Bütün bu özelliklerine rağmen, bulunduğu yere öyle iyi gizlenmişti ki, kimsenin dikkatini çekmiyordu. Adeta herkesten ve her şeyden kaçmak istercesine gizlenmişti oraya. Bu hâliyle bir bukalemun ya da özel kuvvetler mensubu bir asker gibiydi. Aynı onlar gibi nasıl kamufle olacağını çok iyi bildiği kesindi. Bu kadar gizlenmesinin, görülmek istemeyişinin sebebi ne olabilirdi? İnsanlar mı üzmüştü onu? Öyleyse ne kadar derin bir üzüntüydü ki bu, yokluğu, yok olmayı seçtirebilmişti ona? Şeklinin şemâlinin bozukluğu yüzünden miydi insanlardan kaçışı yoksa bu bozukluk gizlenmenin bir yöntemi miydi sadece?
Peki fark edildiğinin farkında mıydı ve eğer farkındaysa bundan memnun mu yoksa rahatsız mı olmuştu? Fark edilmek istemeyen birini fark etmek, gözlerini dikip ona bakmasan bile en azından bir kere bile, bir an bile onu fark ettiğini yani artık gizlenmediğini hissettirmek ona karşı yapılmış bir kötülük değil miydi? Üstelik bu durum o kadar garipti ki, bundan sonra istemese bile gözünün tam da o noktaya takılacağından ve onu hep göreceğinden emindi.
Belki de en iyisi kireçle kaplanmış tavandaki sadece kendisinin görebildiği o insan siluetinden kimselere bahsetmemek, hiç kimseye onu göstermemekti. Hem böylece gizlenen o kafayı görmüş olmasının silüette yaratması muhtemel olan üzüntüyü ve bu üzüntüye sebep olmanın kendisinde meydana getirdiği utancı bir nebze olsa ortadan kaldırabilirdi. “Bak işte, gördün mü? Senden kimseye bahsetmiyorum. Ben görmüş olsam da başkaları görmeyecek, bilmeyecek seni” demiş olacaktı bu davranışıyla.
Aslında onun yerinde olmayı ne çok isteyebileceğini düşündü bir an. Her gün görüştüğü, konuştuğu insanlardan mükemmel bir kaçış olmaz mıydı? Hem bu kaçışı, insanlar açısından hiçbir şey değiştirmezdi. Çünkü onlar zaten onu görmelerine rağmen görmüyorlardı. Var mıydı, yok muydu belli değildi. İşte, sokakta, otobüste, markette onunla konuşsalar bile çoğu zaman yüzüne bile bakmadıklarını fark etmişti. Hoş, baksalar görecekler miydi? Daha doğrusu görmeleri anlamına mı gelecekti? Mesela arkadaşları, ailesi yüzüne baktığı hâlde onu gördükleri söylenebilir miydi?
Görmek… Bir insanı görmek onun sadece cismini görmek miydi? Eğer görme engelli değilsek baktığımız her şeyi zaten bir şekilde görmüyor muyuz? O hâlde bir insanı gerçek anlamda görmenin sokaktaki bir taşı, trafik ışığını, bulutları görmekten bir farkı olsa gerek. “İnsanlar birbirini görmüyor” diye düşündü. Ebeveynler çocuklarını, çocuklar anne babalarını, eşler, sevgililer birbirlerini, arkadaşlar dostlarını, öğretmenler öğrencilerini görmüyorlar. Konuşan, hareket eden, hemen yanı başında duran insanları görmeyen insanlar, bir tavandaki ağzı zor seçilen, burnu şekilsiz insan kafası silüetini nasıl görebilir ki? İnsanlardan saklanmak için ne muhteşem bir yol…
Bir anda tavandaki insan siluetine hayranlık duyduğunu hissetti. Kaçış tarzı ve kaçtığı yer zekice düşünülmüştü. Kendisinin bunu akıl edemeyebileceğini düşündü. Üstelik aklına gelse bile, buna cesaret edemeyebilirdi. Çünkü her ne kadar insanların kendisini görmemesinden rahatsız olsa da içinde bir yerlerde, çok çok az da olsa bir gün biri tarafından görülme umudu vardı ve o minicik umut bile onun tamamen uzaklaşıp gidişine engel oluyordu. Üstelik tavana saklandıktan sonra istediğin zaman oradan çıkıp kurtulmanın mümkün olup olmadığını bilmiyordu. Acaba bu silüet çok mu cesurdu yoksa umudunu tamamen mi kaybetmişti? Yani bu gizlenişin sebebi cesaret mi yoksa güçsüzlük müydü? Eğer ikincisi ise ona duyduğu hayranlık yerini acımaya bırakabilirdi.
Tekrar düşündü. “Neden ona acıyayım ki?” dedi içinden. Tamam, acıma da eklenirdi hislerine ama umutsuzluktan kaynaklanan bir kaçış olsa bile yöntem ve gizlenme yeri ustaca seçilmemiş miydi ve o da buna hayran olmamış mıydı zaten? Hem ayrıca tam tersini düşününce, gizlenmesini sağlayan duygu cesareti olsa bile bu kaçışın altında yatan derin, duygusal bir sebep olmalıydı.
Konuşabilse kim bilir neler anlatırdı? Acaba anlatır mıydı? Böyle herkesten kaçarak gizlenen biri neden bir şeyler anlatma ihtiyacı duysun ki? Susmayı tercih etme ihtimali daha yüksekti. Yine kendi çevresindeki insanlar aklına geldi. Onlarla konuşuyordu. Konuştuğu kişiler kendisine cevap veriyorlardı ama onu gerçekten duyuyorlar mıydı? Ağzını açtığında söylediğinin haricinde çıkan cümleleri duyabilen olduğunu sanmıyordu. Duysalar böyle mi olurdu? Aynı görüp de görmemeleri gibi duyup da duymuyorlardı.
Tam o anda o tavandaki silüetin ağzının neden belirgin olmadığını anladığını hissetti. Belki o da buraya gizlenmeden önce insanların kendisini duymadığını, dinlemediğini düşünüyordu. Belki de en baştan beri sandığı gibi tek derdi görünmemek değil, buna ek olarak bir de duyulmamaktı. Ağzını da o yüzden iyice gizlemişti. Olur ya, “dayanamaz da konuşurum“ diye mi düşünmüştü acaba?
İçini yoğun bir sıkıntı kapladığını fark etti. Düşünceler birbirini kovalıyordu. Başının içinde küçük küçük adamlar yaşıyormuş ve bu adamlar kafatasının duvarlarına çekiçlerle vuruyormuş gibi hissediyordu. Fiziksel bir ağrı hissetmese de çok rahatsız ediciydi. Diğer yandan kalbini kalın ve uzun parmakları olan güçlü bir el kavramış ve sıkıyordu. Sırtüstü yatıp tavanı izlerken aklından geçen tüm bu düşüncelerden kurtulmak ve uyumasına biraz olsun yardımcı olması için hafifçe doğrulup yanındaki radyoya uzandı ve düğmesine bastı. Frekans ayarlamasına gerek yoktu çünkü hiç değiştirmeden dinlediği ve ilginç bir biçimde, adeta zihnini okurcasına o an ruh hâli nasılsa, o ne tarz müzik dinlemek isterse her açtığında onu çalan bir radyo istasyonun frekansı senelerdir zaten ayarlıydı.
Tekrar sırtüstü uzandı, iki elini de başının altına koydu, gözlerini kapadı. Radyoda
Müzeyyen Senar söylüyordu:
“Gamzedeyim, deva bulmam,
Garibim, bir yuva kurmam.”