BÖLÜM I
«TUFAN»
M.Ö. 3200 / Eridu Krallığı
Çömlek ustası İno, başını eşiktenden dışarı uzatıp havaya şöyle bir baktı. Vakit öğleyi henüz geçmişti. Sandaletlerini ayağına geçirdi. Miskin bedenini verandadaki sedire bıraktı ve etrafı seyre koyuldu. Manzarasına diyecek yoktu. Krallığın en yüksek tepesine kurulu hanesinden kentin her tarafını rahatlıkla görebiliyordu. Ziggurat, panayır, zanaatkârlar sokağı, kent meydanı, soylu konakları, meyhaneler… Alışılagelmiş hareketliliklerinden eser yoktu. Eridu sokakları, sıcağın en şiddetli vakitlerinde olması gerektiği gibi bomboştu.
Bir müddet, kurumuş ağaçların diplerinde yiyecek arayan tavukları ve onlarla oynayan torununu izledi. Torunu, elindeki ince çubuğu ardı ardına tavuklara indiriyor, tavukların başında mağrur bir muhafız gibi dikilen horoz, onları korumak için üzerine atıldığındaysa sağa sola kaçarak kendince eğleniyordu. Torunun acımasız oyunundan rahatsız olan İno, oturduğu yerden seslendi.
“Şu hayvanlarla uğraşmayı bırak Semu! Yanıma gel! Ne vakittir sıcağın altında koşturup duruyorsun. Birazdan su diye inleyeceksin, o zaman ne yapacağım bak gör!”
Semu, dedesinin bağırışlarını duymazlıktan geldi. Gözüne kestirdiği başka bir tavuğun peşine düştü ve elindeki çubuğu hayvancağızın sırtına birkaç kez hunharca indirdi. Tavuğun can acısıyla çıkardığı tuhaf ses haylaz çocuğun keyifli kahkahalarına karışınca, çömlek ustası ayağa fırladı ve var gücüyle bağırdı.
“Kime söylüyorum seni işe yaramaz!”
Semu, dedesinin ses tonundan sabrının sınırlarını zorladığını anlamıştı. Elindeki çubuğu bir kenara fırlattı. Koşarak geldi ve dedesinin yanına oturdu. Hınzırca gülümseyerek İno’nun kuşağındaki kırbaya uzandı. Çömlek ustası, çocuğun kuşağa uzanan elini sertçe tuttu.
“Neden laftan anlamıyorsun çocuk?” diye azarladı. “Krallık tek bir damla suya muhtaç. Sense güneşin altında koşturup ancak damağın kuruduğunda duruluyorsun. Bak bu son!”
Başka zaman olsa hiç yoksa hafif bir iki şamarı çoktan indirmişti ama oğlunun yokluğunda… Canını yakmaya gönlü elvermedi. Oğlu… Kunadra… Onu düşününce içine bir sızı oturdu. Hanesinin tek güçlü erkeği, bir “su çekici” olarak Buranun Nehri[1]’ne gönderilmişti. “Ah şu su çekme işi!” diye geçirdi içinden. Kuraklıktan sonra bir karabasan gibi Eridu’nun üzerine çöken lanetli mecburiyet… Yakını su çekmeye gönderilen diğer tüm Eridulular gibi İno da endişeliydi. Endişeliydi çünkü su çekiciliği o günlerin en tehlikeli göreviydi. Bu iş için nehre giden son üç kervandan pek azı sağ dönebilmişti.
Bundan bir yıl önce, kuraklığın kuyulardaki suları bile kuruttuğu vakitlerdi. Krallığın[2] su kaynakları birer birer tükenince geriye tek bir çare kaldı. Artık Eridu’nun ihtiyacı olan su, Buranun Nehri’nden getirilecekti.
Aslında yer altından Buranun Nehri’ne uzanan bir su kanalı da vardı ancak uzun zaman önce Ur Krallığı ile yapılan bir savaşta kanal, düşmanları tarafından tahrip edilmiş ve kullanılamaz hale gelmişti. Kanal ile ilgili pek çok efsane anlatılırdı. Yapıldıktan sonraki dönemde varlığının yalnızca Eridulular tarafından bilindiği ve büyük bir sır olarak korunduğu söylenirdi. Hatta yapımında çalışan işçilerin, kanalın sırrı krallığın dışına çıkarılmasın diye alıkonduğu, yaşı geçmiş olanlarınsa öldürülürdüğü rivayet edilirdi.
On beş kilometre boyunca toprağın altından giden kanalın varlığı her nasılsa düşman Ur Krallığı tarafından öğrenilmiş ve tahrip edilerek işlevini yitirmişti. Öyle ya da böyle Eridu halkının su kanalıyla ilgili koşulsuz inandığı tek şey, onun ilahları Enki’nin armağanı olduğuydu. Bu yüzden artık işe yaramasa da kutsiyetinden bir şey kaybetmiş değildi.
Yağışların varlığını yeryüzünden esirgemediği yıllarda kanalın yokluğu hissedilmemişti. Kuyulardan çekilen sular krallığın ihtiyacını karşılamaya yetiyordu ancak üç yıl önce kuraklık baş gösterince işler değişti. Önce kuyular kurudu. Kuyulardan kısa süre sonra Eridu’nun çevresini zümrüt bir gerdanlık gibi süsleyen Bassu Deresi’nin suyu her gün biraz daha azalarak yok oldu. Bir sene önce de kuzeydeki tepelerin ardındaki Aşıklar Gölü önce bataklığa ardından çorak toprağa döndü. O andan itibaren krallığın su ihtiyacını karşılamak için geriye tek bir seçenek kaldı; Buranun Nehri’nden su taşımak!
İlk üç sefer su çekme işi sorunsuzdu. İnşası tamamlaman Ziggurat[3]’ın yapımından boşta kalan köleler bu işi kolayca halletti. Fakat dördüncü seferde nehir kıyısına giden su çekiciler, Ur askerleri tarafından alıkonuldu. Ardından Ur Krallığından bir elçi Eridu’nun Rahip-Kralı Şunaktra’nın huzuruna çıktı. Ur, nehrin hemen kıyısına kurulmuş bir krallıktı ve onlara göre nehrin tek sahibi Ur Krallığıydı.
Elçi, nehirden su alabilmeleri için kralının vergi talep ettiğini söyledi. Bu kabul edilebilir bir talep değildi. Su gibi zorunlu bir ihtiyaç için sürekli vergi vermenin krallığı düşmana teslim etmekten farkı yoktu. Şunaktra bu isteği düşünmeden reddetti. Elçi ret cevabıyla gerisin geriye döndükten birkaç gün sonra krallığın doğu kapısına onlarca araba yanaştı. Arabaların üstü su çekici kölelerin cesetleriyle doluydu.
Şunaktra, Ur Kralının düşmanca hareketinden sonra çılgına döndü. Ordunun derhal savaşa hazırlanması emrini verdi ancak danışmanları, Eridu’nun böyle bir savaşın altından kalkamayacağını düşünüyordu. Ur Krallığı, Eridu’dan çok daha fazla askere sahipti ve erzak sıkıntıları yoktu. Eridu gibi kıtlık ve susuzlukla boğuşan bir krallığın böyle bir savaştan zaferle çıkması imkânsızdı. Böyle bir sefere çıkılacak olursa yenilmekle kalmaz yok olup tarih sahnesinden silinebilirlerdi. Danışmanlar, Ur kralının kendilerini savaşa zorladığı, bilerek tahrik ettiği konusunda Şunaktra’yı güç de olsa ikna ettiler. Rahip-Kral böylece savaş açma fikrinden vazgeçti. Su kervanlarında verilen kayıplara tahammül etmeli ve kuraklık sona erene dek sabretmeliydi.
Köleler tükendiğinde su çekiciler Eridu erkeklerinden seçilmeye başladı. Gidenler öldürüldükçe yerleri yenileri ile dolduruldu. Çömlek ustasının oğlu Kunadra da son seferde ölen su çekicilerin yerlerini dolduranlardan biriydi.
İno’nun, haylaz torununa gösterdiği sabır daha çok bu yüzdendi. Küçük Semu’ya ne vakit kızacak olsa oğlunun gitmeden önce onu ve karısını kendisine emanet ettiği an hatırına geliyordu. Üstelik Kunadra sağ salim dönmezse Semu, soyun son erkek üyesi olarak kalacaktı. Bu da afacanı çömlek ustasının gözünde olduğundan daha değerli kılan başka bir etkendi.
Kuşağındaki kırbayı dikkatle çıkarıp torununa uzattı. Semu kırbayı tepesine dikip kana kana su içerken İno’nun bakışları sokağın başından hanesine doğru yaklaşanlara takıldı. Gelenin tapınağın İkinci Rahibi Uşki olduğunu görünce heyecanlandı. Semu’nun ağzındaki kırbayı hızla çekip aldı. Ucundaki meşini düğümledi. Kuşağına yerleştirip ayağa fırladı ve İkinci Rahip’i karşılamak için avlu kapısına seğirtti.
Uşki, ardında köleleriyle avludan içeri adım attığında, yüzünde yapmacık bir tebessümle yerlere kadar eğildi.
“Haneme hoş geldiniz yüce Uşki! Sizi burada görmek ne hoş…”
İkinci Rahip “Hoş bulduk İno Usta.” dedikten sonra mesafeli bir baş selamı verip doğrudan verandaya yöneldi. Geniş gövdesini sedirin üzerine bıraktıktan sonra sırtını içi saz kamışlarıyla doldurulmuş yastığa yasladı ve çömlek ustasına döndü.
“Zamanım pek az. Hemen söze gireceğim.”
“Emrinizi dinliyorum.”
“Eridu’nun baş ilahı Enki’nin büyük bir yontusunu yapmanı istiyorum!”
Bunu söyledikten sonra yaptırmak istediği yontuyu enine boyuna tarif etmeye başladı. Uşki tarifi detaylandırdıkça İno ezilip büzülüyor, arada anladığını göstermek için başını sallamakla yetiniyordu. Uşki tarife devam ederken kölelerden biri evin içine girdi. Elinde iki çömlek kâseyle geri döndü. Sırtındaki küfeden bir amfora çıkarıp kâseleri doldurmaya başladı. Amforadan akan sarımtırak sıvı çömlek ustasını heyecanlandırmıştı. Bu, içmeye uzun süredir hasret kaldığı taze mayalanmış biradan başka şey değildi. İkinci Rahibin anlattıklarını büyük bir dikkatle dinliyor gibi görünse de bakışları sık sık köpüklerini kâsenin kenarından salmış biranın cezbedici manzarasına kayıyordu.
Uşki yontunun tarifini bitirdiğinde önündeki kâseye uzanıp birasından bir yudum aldı. Onun hamlesini kollayan İno da kâsesine sarıldı. Tepesine dikip kana kana içmeye koyuldu. O an adeta dünyadan irtibatı kopmuştu. Artık ne Uşki’nin sözlerini duyuyor, ne de çektiği sıkıntıları düşünüyordu. Tek derdi uzun zaman ayrı kaldığı bir sevgiliye kavuşmuş gibi hasretle kucakladığı birayı son damlasına kadar yudumlamaktı. İkinci Rahip’in omzundan sarsmasıyla kendine geldi. Uşki, tepeden bakışlarını çömlek ustasına dikti.
“Şunu bırak da soruma cevap ver be adam!” dedi. “Ne diyorsun? Bu söylediklerimi yapabilecek misin?”
“Ee.. Şey… Bu mümkün değil yüce Uşki!”
“Nedenmiş o?”
“Su efendimiz… Böylesine büyük bir çalışmayı tamamlayabilecek suyum yok. Takdir edersiniz ki su olmadan çömlek yapabilmem imkânsız.”
“Bunun için ne kadar su gerekli?”
“Dört belki beş büyük küp…”
Duydukları Uşki’nin hiç hoşuna gitmemişti. Hoşnutsuzluğunu ayan beyan belli eden yuvarlak çehresi çirkinleşti. Elini çenesine götürüp bir müddet düşündükten sonra,
“Pekâlâ!” dedi. “İstediğini alacaksın. Ancak bir şartım var! Yontu üç gün sonra yapılacak ayine yetişecek. Mazeret kabul etmiyorum. Anlaştık mı?”
“Nasıl emir buyurursanız yüce efendim.”
İkinci Rahip ayağa kalktı. Kuşağından çıkardığı keseye elini daldırıp masanın üzerine on sekel[4]__ __gümüş bıraktıktan sonra gözlerini çömlek ustasına dikti.
“Bu kadar yeterli mi?” diye sordu.
İno, teklif edilen ücreti düşük bulmuşsa da itiraz etmedi. Eridu’nun en yetenekli çömlek ustası olabilirdi ancak rakipsiz değildi. Krallıktaki yeniyetme çömlek ustalarının sanatında kendisini yakalamaları an meselesiydi. Tapınağın siparişlerini bir kez başka ustaya kaptırırsa işi biterdi. Oradakilerin zar zor duyabildiği bir sesle mırıldandı.
“Öyle uygun gördüyseniz…”
Dili böyle söylese de memnuniyetsizliği gözlerinden okunuyordu. İkinci Rahip, çömlek ustasının ücrete burun kıvırdığını anlayınca elini yeniden keseye daldırıp masadakilere üç sekel gümüş daha ekledi.
“Sanatını konuştur İno Usta!” dedi. “Ve unutma! Ayin üç gün sonra gün batımında…”
İkinci Rahip, bunları söyledikten sonra hızlı adımlarla çıkış kapısına yönelince İno koşturarak önüne düştü. Avlunun kapısını açtı ve misafirini uğurladı. Ardından verandasına döndü. İkinci Rahip’in yarım bıraktığı kâsede kalan birayı mideye indirdi. Aldığı gümüşlerle keyfi yerine gelmişti. Artık güzel bir öğle uykusu çekebilirdi. Sedire uzandı ve gözlerini kapadı.
Bir döngü__[5]__ geçmemişti ki tapınak köleleri sırtlarında altı büyük küp su ile İno’nun avlusundaydı. Usulca varıp, küpleri verandadaki gölgeliğe bıraktılar ve döndüler. O sırada İno uyandı. Yattığı yerden hışımla fırlayıp avlu kapısından çıkmak üzere olan kölelerin arkasından bağırdı.
“Hayır, hayır! Buraya değil… Bunları alın ve atölyeye taşıyın!”
Köleler geri dönüp küpleri sırtlanırken İno,
“Sizi hınzırlar!” diye söyleniyordu. “Gözümü açmasam şu koca küpleri hiç acımadan bir ihtiyara taşıtacaktınız. Ah Kunadra! Ah oğlum! Gel de gör babanın halini…”
Kölelerin önüne düşüp evin bitişiğindeki atölyeye yöneldi. Atölyenin ön kısmındaki kapı vazifesi gören örtüyü kaldırıp kölelere küpleri koyacakları yeri gösterdi. Köleler işlerini bitirip çıktıktan sonra tezgâhın başına geçti. Önlüğünü isteksizce boynuna geçirdi. Üzerinde yarıda kesilen öğle uykusunun mahmurluğu vardı. Böylesi sıcak havalarda çalışmayı hiç sevmezdi. Ancak aldığı siparişin İkinci Rahip için öneminin farkındaydı. Bu yüzden geciktirme gibi bir lüksü yoktu. Sipariş istenilen vakitte istenilen yerde olmalıydı. Zamanı azdı. Bir an önce işe koyulmalı, Uşki’nin tarif ettiği Enki yontusunu son günlerde tüm krallığın dilinde olan meşhur ayine yetiştirmeliydi.
Yaklaşan ayin diğerlerinden farklıydı. Yılın belirli günlerinde yapılanların aksine birdenbire ortaya çıkmıştı. Zamansız ayin haberine önceleri hiç kimse anlam verememiş, olayın iç yüzü ise ayinin yapılacağı haberinden birkaç gün sonra ortaya çıkmıştı. Söylentiye göre Rahip-Kral Şunaktra, Uşki’yi huzuruna çağırıp kuraklığa bir çare bulmasını aksi halde İkinci Rahiplik makamını daha yetkin birine vereceğini söyleyince Uşki’nin etekleri tutuşmuş, hemen tapınağın ahırına gidip büyük bir boğayı kestirmişti. Tapınağın diğer rahiplerini etrafına toplamış ve boğanın karaciğerini onların gözü önünde yorumlamıştı. İkinci Rahibe göre baş ilahları Enki’nin mesajı açıktı. Yıldızların diliyle kendisiyle konuşacağını söylüyordu. O günün gecesinde tapınağın tüm rahip ve rahibelerini yanına alıp Ziggurat’ın tepesine çıkmış ve Enki’ye kendisine bir çıkış yolu göstermesi için yakarmıştı.
Gecenin geç saatlerinde Eridu semalarından rahatça görülen meteor yağmuru İkinci Rahip Uşki’nin imdadına yetişmiş, ertesi gün krallığının sokaklarında Enki’nin İkinci Rahibe yıldızlar aracılığıyla gönderdiği mesaj konuşulur olmuştu. Mesajı yorumlamak elbette ki Uşki’nin göreviydi. Uşki, yorumunu duymak için Ziggurat’ın önündeki meydanda toplanan halkın karşısına çıkıp asasını havaya kaldırmış ve kendinden emin bir sesle konuşmaya başlamıştı.
“Baş ilahımız Enki dün gece güneş yüzünü gösterene dek benimle konuştu. Kuraklığın nedeni “Merhametimi Eridu’dan esirgememdir!” dedi. Buna bir son vermek istiyorsak onu en iyi şekilde onurlandırmamız gerektiğini söyledi. Başarabilirsek Eridu’nun baş ilahı Enki merhamet kapılarını bizlere yeniden aralayacak. Gökteki krallığında tuttuğu suyu serbest bırakacak, böylece topraklarımız eski bereketli günlerine kavuşacak!”
“Yüce Uşki! Baş ilahımız kendisini nasıl onurlandırabileceğimizi söyledi mi?”
Bu soru kalabalığın içinden başka bir rahip tarafından sorulmuştu. Ne hikmetse Uşki’nin tam da duymak istediği soruydu. Yüzüne ulvi bir maske takınmış, başını göğe doğru çevirmiş ve oradaki kalabalıktan çok gökyüzüyle konuşuyormuş edasıyla karşılık vermişti.
“Bir kurban istiyor!”
Bu açıklama yeterli değildi elbette. Kurbanın detaylı bir tarifi gerekti. Uşki’ye göre Enki, kurban olarak sağır, dilsiz ve bakire bir genç kız istiyordu. Kurban, Ziggurat”ın tepesindeki sunakta önce krallık hanedanından yedi erkekle birlikte olacak ardından sunak kanıyla yıkanacaktı. Günahsız kızın kanı, Eridu halkının kefareti olacak ve topraklarına yeniden bereket gelecekti.
Yazardan Not: Değerli okurlar bölüm sonunda * (yıldız) puanlama kısmından değerlendirmenizi iletirseniz mutlu olurum.
[1] Fırat Nehri.
[2] Antik çağ Sümer medeniyetinde krallık anlayışı sonraki dönemlerden biraz farklıdır. Krallıklar kent krallıkları olup etrafı surlarla çevrilmiştir. Nüfuslarının en fazla 80.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu krallıkların her biri farklı adlara ve yönetimlere sahip olup krallıkların tamamının oluşturduğu tarihin bilinen ilk medeniyetine verilen genel ad Sümer’dir.
[3] Sümer krallıklarında tapınağa verilen ad.
[4] Paranın mucidi her ne kadar Lidyalılar olarak gösterilse de Sümer krallıklarında da paranın yaygın biçimde kullanıldığı yazıtlarından anlaşılmaktadır. Sümerlerin kullandığı paranın Lidyalıların kullandıklarından farkı ise üzerinde herhangi bir figür ya da paranın değerini gösteren bir işaret bulunmamasıdır. Sümerlerde paranın değeri Arpa tanesini temel alan bir ölçü birimiyle belirlenirdi.
1 Şe = 1 Arpa tanesi = 0,0467 gr.
1 Mana = 60 Şe = 60 Arpa tanesi = 2.80 gr.
1 Sekel = 180 Arpa tanesi = 8,416 gr.
1 Biltu = 3600 Şe = 60 Mana= 168 gr.
[5] Sümerler aynı zamanda altılı sayı sisteminin ve saatin de mucididirler. Saatin 60 dakika olmasının, derece ölçülerinde altılı sayı sisteminin kullanılmasının temeli Sümer medeniyetine dayanır. Saat anlayışının bugünden tek farkı kullandığımız gibi günü 24 parçaya değil, 12 parçaya bölünmüş olmasıydı. Döngü ifadesi 12 parçadan her birini temsil etmektedir.