Adı ve konusu açlık olan bir kitabı karnı tok sırtı pek okuduktan sonra nasıl inceleme yazılır ya da düşünceler ne kadar duygu yüklü ifade edilir bilemiyorum.
Bütün kitap boyunca sürekli empati kurmam gerektiğini düşünerek ilerledim, çünkü belli bir olay, daha doğrusu yoğun bir olay anlatımı olmadığı için ara ara bir kopukluk yaşayarak bitirdim
Kitap temel olarak üç karakter çevresinde geçiyor. Ana kahramanımız Hacime, Hacime’yi çocukluğunda etkisine alıp bir daha bırakmayan Şimamoto ve Hacime’nin eşi Yukiko. Kitap Hacime’nin çocukluğundan başlayıp günümüze kadar ilerliyor. Bu süreçte Japonya’nın dönemsel tarihi de Murakami tarafından bizlere biraz çıtlatılıyor. 1950’li yıllarda
Pek tarzım olabilecek bir kitap değil açıkçası, bir dönem okuyanların sık olması nedeniyle merak edip
Stefan Zweig 'e ait beş kitabı almış ve kısa oldukları için hemen okuyup bitirmiştim. Ne yalan söyleyeyim, kitaplarla ilgili aklımda hemen hemen hiçbirşey kalmadı, bölük pörçük kırıntılar belki... Severek okuyamadım ne yazıkki, sadece başlamış olduğum kitabı bitirme azmiydi bendeki. Hepsi o kadar...
Stefan Zweig hayranları varsa şayet, bu inceleme adına kendilerinden özür dilerim. İçimden geçeni söyledim...
“ Ama şimdi ne bağışlama ne de bağışlamazlık var artık burada. Ne pişmanlık ne şöyle veya böyle bir duygudaşlık var. Kala kala gittikçe silikleşen ve çok seyrek anımsanan bazı anılar kalmış geriye. Unutulmayacak sandıklarımdan kalan küçük kırıntılar. Ama onlar bile ona benzeyen ve gerçekte hiçbir zaman o olmamış biriyle ilgili. “
Ona başka bir gözle bakıyorum artık. Benim olmayan, kaybetmekten korkmadığım biri olarak. Geriye kalan hiçbir şey yok. Ne suç ortaklığı ne de az çok yakın bir duruş. Yarım kalmış bir acı yok. Zorla vazgeçilmiş dostluk, güzellik yok. Geçmişte bıraktığım bu adam değil. Bu bir başkası. Ben onu boşu boşuna sevmiş ve yoktan var etmişim. Çoğaltmış, yüceltmiş, sevgime değer bulmak için olduğundan daha büyük ve önemli kılmışım. Bu yanılgıda uzun zaman direnişim yalnızca benim sorunum. Acı çekme ustasıyım çünkü ben. Ama şimdi ne bağışlama ne bağışlamazlık var artık burada. Ne pişmanlık ne şöyle ya da böyle bir duygudaşlık var. Kala kala gittikçe silikleşen ve çok seyrek anımsanan bazı
anılar kalmış geriye. Unutulmayacak sandıklarımdan kalan küçük kırıntılar. Ama onlar bile ona benzeyen ve gerçekte hiçbir zaman o olmamış biriyle ilgili.
Belki ben de bir başkasıydım o zaman. Şimdi bambaşka biriyim. Nasıl görünüyorum ona, o neler düşünüyor benim için? Önemi yok. Başıma gelebilecekler açısından daha güçlü duyuyorum kendimi. Anlıyorum ki o benim için şimdi yakalandığımdan daha korkunç bir hastalıktı ve ben sağ salim çıktım bu ateşin içinden.
Eski plaktan; Neşet Ertaş sen benimsin ben seninim çalsın.
Parça olarak kalsın istemiyorum,
Ben her şarkıya şarkı demem,
Bazı şarkıların göyne dokunuşu o kadar etkili ki, kafasını pençeleriyle koparası gelir* insanın, olmayan pençelerle*,
Durum o kadar vahim, o yüzdendir sevdiğim, şarkı yerine parça demek geliyor içimden.
Hazır aklım başımda ve senin de göğüs kafesindeki kalbinde bana ait ufak da olsa kırıntılar varken,
Sen benim
Ben de Senin olayım.
#Poyraz
Seninle başlamıştı hikayem ,
Yıllardır gözlerim de silüetini saklıyormuşum meğer ,
Saçlarından görüyormuşum
İçinde ki beni ,
Bende ki seni ,
Bir yanım bahar çiçekleri ,
Bir yanımda sen cennet bahçesi ,
Nasıl açıklanır sonsuzluk ,
Nasıl açıklanır mutsuzluğun son noktası ,
Yapılan onca hata ,
Neden hatırlatır son zamanı ,
Son kalan anı ,
Bir sepet dolusu mutluluğu bıraktım kapının önüne ,
Zile basmayı unuttuğum için mi mutsuzluğa mahkum kaldım ,
Bir parça bulut koparttım üfledim yüzüne ,
Bulutlarım kapkaraydı diye mi yağmurlarda ıslandım .
Bi gece yarısı çöktü üstüme yalnızlık ,
Bi gece yarasından sıyrıklarla kurtuldum ,
Bu gece Çetin ,
Bu gece karanlık,
Bu gece de Ay ‘ a bakakaldım .
Bir koridorun ışığını aldım yüzüme ,
Gözlerim beyazlığa mahsur bırakıldı ,
Korkuyorum karanlık burası ,
Üşüyorum soğuk , çok soğuk burası,
Ellerim sıcaklığa özlem çekiyor ,
Gözlerim sensizliğe ,
"Umut da değil aslında, kırıntılar sadece. Kırıntılar; karanlık sabahlar, karanlık akşamlar, camlarda lekeler, ayağıma ağır gelen ayakkabılarım, sıcak tutmayan palto, sıcak tutmayan hayat... Kötü geçen günleri unutmaya çalışıyordum. Masanın üzerini yemekten sonra iyice sildiğinize eminsinizdir, birkaç saat sonra çay içerken, orada, ötede küçük kırıntıyla karşı karşıya kalırsınız. Tutunmuştur yerine, ayrılmak istememiştir. Onun gibi. Biliyordum; evim, içimden daha gürültüsüzdü."
“Burada yazanlar içimden geçenler değil ama en azından içimden taşanların kırıntıları ve tamamı gerçek... Bu şekilde bitecek. Gerçeklikten dışarıya çıkmayacağım.”
-Kendi kitabım için “İnceleme” kelimesini değil de ne hissettiğimi anlatmaya çalıştığım deneme yazısı demeyi tercih ederim.-
Yazımdan bir parçayla başladım. Orada yazdığı gibi kırıntılar ama gerçekler. Belki sizler yazdıklarıma katılmayacaksınız belki de bana kızacaksınız. Hakkınız da yok değil... Çünkü her insan benim gibi şanslı -Şans kelimesini ters anlamda kullandım.- değil bu nedenle beni anlayanda az olacaktır.
Gerçekleri neden paylaştım? Bu soruyu siz sormadan cevaplamak isterim. Ben yazar olduğunu duyumsamak istiyorum. Yaşadıklarım da yazmaya başladığımda şekillenmeye başladı. -Aslında gönderemeyeceğim bir mektup yazdım.- Belki de içimi dökmek istedim.