Bu sinemanın içi sıcak, hoş ve yumuşaktı. Devasa orglar, tıpkı bir bazilikadaki gibi sevecen, ama ısıtılan bir bazilikadaki gibi, kalçalara benzeyen orglar. Hiç zaman yitirmeden. Tamamen ılık bir bağışlanmanın içine dalınıveriyordu. İnsan kendini biraz salıverse, belki de dünyanın artık nihayet merhametli olmakta karar kıldığını bile düşünebilirdi. Kendi zaten neredeyse oraya varmıştı bile.
İşte o zaman düşler hareket eden ışığın serabında tutuşmak için gecenin içinden yükseliverirler. Ekranda olup bitenler tamamen canlı değildir, içinde yoksullar için, düşler için ve ölüler için koca bir kuytu yer kalır. Bir an önce olabildiğince düş tıkıştırıp depolamaksınız ki, sinemadan çıkınca, sizi dışarıda bekleyen yaşamın içinden geçebilesiniz, nesnelerle insanların bu canavarlığının içinden geçerek birkaç gün daha dayanabilesiniz. Türlü türlü düşlerin arasından ruhumuzu en çok ısıtanları seçeriz. Benim tercihim, itiraf etmeliyim ki, belden aşağı düşlerdi. Gurur meselesi yapmanın âlemi yok, bir mucizenin içinden neyi aklınızda tutabiliyorsanız onu alıp götürebilirsiniz ancak. Unutulmaz bir enseye ve füzelere sahip bir sarışının, içinde yalnızlıktan söz edilen bir şarkıyla ekranın sessizliğini bozmayı uygun göreceği tuttu. Neredeyse ona eşlik edip ağlayası geliyordu insanın.
İşin hoş tarafı budur işte! Ne de canlılık katar bu insana! Bu sayede, bunu daha şimdiden hissediyordum, en az iki günlük tam cesaret depolamıştım çuvalımda. Salonun ışıklarının yanmasını bile beklemedim. Artık tüm uyku kararlılıklarına hazırdım, değil mi ki bu harikulade tinsel taşkınlığın bir parçasını çekebilmiştim içime.