Ama genelde, bir kural olarak, kendi açlıkları ve eksiklikleriyle boğuşmuş olanların bunlardan çok az korktukları ve bu yüzden, israfa, bunları kulaktan dolma bilgilerle tanıyanlardan daha çok eğilimli oldukları görülecektir. Herhangi bir şans sonucunda ya da hangi türden olursa olsun özel yeteneklerle, son derece hızlı bir biçimde yoksulluktan refaha ulaşmış olanların tümü birinci gruba girerler. Buna karşılık, ikinci gruptakiler refah içinde doğmuş ve refah içinde kalmış olanlardır. Bunlar istisnasız bir biçimde, daha çok geleceği düşünürler ve bu yüzden, ötekilerden daha ekonomik davranırlar. Buradan, yoksulluğun hiç de öyle uzaktan görüldüğü gibi kötü bir şey olmadığı sonucu çıkarılabilir. Oysa bunun gerçek nedeni, aileden gelen zenginlik içinde doğan birisine, bu zenginliğin vazgeçilmez bir şey, olası biricik yaşamın unsuru, solunan hava gibi önemli bir şey olarak görünmesi olsa gerektir; bu yüzden o, zenginliğe de yaşamına gösterdiği özeni gösterir, bunun sonucunda genellikle düzeni sever, dikkatli ve tutumlu davranır. Buna karşılık, yoksul bir ailede doğan birine, bu yoksulluk doğal durum olarak, daha sonra bir biçimde ulaştığı zenginlik ise geçici, sadece tadını çıkarmaya ve saçıp savurmaya yarayan bir şey olarak görünür; zenginlik yok olduğunda, yine eskisi gibi, onsuz da yaşanır ve bir dertten daha kurtulmuş olunur. Burada Shakespeare'in dediği gibi:
Dilenci, atını çatlatıncaya dek koşturduğuna göre,
Deyim doğrulanmış olmalı.
VI. Henry, bölüm 3, sahne 1