Genel olarak bürokrasinin, özel olarak Emniyet Örgütü'nün, Cumhurbaşkanlığının ve Yüksek Yargının ele geçirilmesi, 12 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa'nın de­ğiştirilerek yeni "hukuk düzeni"nin kurulması ve devlete ha­kim olmak demekti. AKP-Cemaat koalisyonu diğer iktidar odaklarını tasfiye etmiş ve bütün iktidarı eline geçirmişti. Dolayısıyla liberallerin entelektüel ortamda adeta bir terör estirerek genel kabule dönüştürmeye çalıştıkları "iktidarda­ ki muhalefet" palavrası da 12 Eylül referandumu ile bütün inandırıcılığını yitirmişti. Bazı liberal meczuplar dışında bu siyasi şarlatanlığa inanan da kalmamıştı.
AKP, Avrupa Birliği (AB) için uyum yasalarını ha­zırlarken küçük kurnazlıklara başvuruyordu. AB uyum yasa­larının hiçbir şekilde konusu olmadığı halde AKP, 2002-2007 yılları arasındaki birinci iktidar döneminde işi gücü bırakmış "her apartmana bir mescit" ya da "zina yapmayı suç sayan" yasa yapmak gibi tuhaflıkları değişiklik paketlerinin içine yerleştirmeye çalışıyordu.
Reklam
Amerikan yeni muhafazakarlığına yakın bir siyasal hareket; AKP
Emperyalizmin yeni yönelimleri­ne ve küresel mali sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına uygun olarak -ki AKP iktidar kudretinin önemli bölümünü bu çev­relerden alıyor- yeni liberal ekonomik politikaların kararlı bir savunucusudur.
57. Hükümete Amerikan sivil darbesi
57. Hükümet devrilince Washington ve Pentagon'da iktidara hazırlanan, büyük sermaye çevrelerinin desteklediği AKP ve Tayyip Erdoğan­ Abdullah Gül ekibinin de önü açılmıştı. AKP'den darbe kar­şıtı ve sivil özgürlüklerden yana bir siyasi hareket çıkarma­ya çalışan liberaller üzülecek ama, bütün tarihsel veriler şu gerçeğe işaret ediyordu; bu partiye iktidar yolunu açan, ABD güdümlü parlamenter bir darbeydi.
AKP, 28 Şubat'ın çocuğuydu.
ABD ve AB ile çatışmak yerine, bu güçlerle uz­laşarak iktidar olabileceklerini görenler, 28 Şubat'tan sonra Refah Partisi ve Fazilet Partisi'nin kapatılması üzerine, hızla "Milli Görüş" hareketini terk ederek kendi partilerini kurdu­lar.
AKP, ABD ve AB ile çatışarak değil, ancak bu güç­lerle uzlaşarak iktidar olunabileceğini gören islamcıların partisidir. Deyim uygunsa bir tür "suç ortaklığı" üzerine ku­rulmuştur.
Reklam
1966'da Tunus'ta yaşarken burada grev yapan öğrencilerle dayanışma sergiledi (Macey 1994:191, 205). Paris'te 1968 olayları yaşanırken Foucault Tunus'taydı ama olayları büyük bir dikkatle izlemiştir. 1969'da Vincennes'de bir öğretim görevlisi olarak Fransa'ya döndü ve öğrencilerin üniversiteyi işgal ettiği bir etkinlikte gözaltına alındı (Macey 1994:209). 1971 ve 1973 yılları arasında ırkçılık ve Vietnam Savaşı karşıtı çok sayıda gösteriye katıldı ve pek çok bildiriye imzasıyla destek verdi. Ayrıca İspanya hükümetinin ayrılıkçı Bask hareketinin iki üyesini idam cezasına çarptırmasını protesto eden bir delegeyle birlikte 1975 yılında İspanya'ya gitti ve delegenin diğer üyeleriyle birlikte İspanya'dan sınır dışı edildi. Sovyet Rusya muhaliflerinin maruz kaldığı uygulamaları protesto eden ve Polonya'daki Solidarność [Bağımsız Özyönetimli Dayanışma Sendikası] hareketini destekleyen kampanyalara da katıldı ve İran'daki devrimle ilgili yazılar da yazdı (maalesef sonradan 'yanlış' tarafı övdüğü anlaşıldı) (Foucault 1988f). Siyasi eleştirileri iktidar sahipleri ya da sağcılarla sınırlı kalmadı, Komünist Partisi'nde kısa süreli üyeliğin ardından hararetli bir anti-Komüniste dönüştü.
Çok Partili klasik parlamento rejimlerinde idare, milletin iradesidir. Ama memleketi millet idare etmez. Bir avuç insan idare eder. Bu bir avuç insan, milletin parlamentoya gönderdiği insanlar, yani parlamentodur. Ama parlamento soysuzlaşırsa? Ya parlamentonun iler tutar yeri kalmazsa? Ya parlamentoda bizzat iktidar partisi, meclis üstünde meclis, hükümet üstünde hükümet demek olan Tahkikat Encümenleri kurar ve muhalefeti fonksiyon dışı kılarsa? Ya halk fiilen ikiye bölünmüş olur, kahvelerini camilerini bile birbirinden ayırırsa? Ama bu kadar mı ya? Ya aydınlar? Ya üniversite? Ya ordu? Ya basın? Eğer ya bütün siperler ve dayanaklar kaybedilmişse? O zaman bir ülke, ne kadar bahar içinde olursa olsun, tarlalar ne kadar yeşerirse yeşersin, barajlar, fabrikalar ne kadar yükselirse yükselsin, o ülke sıhhatli olsa da, nizam hasta demektir. Demokratik parlamento idarelerinde ise demokratik ihtilal, tarlalarda, fabrikalarda değil, bu nizamın içinde, yani parlamentoda ve onun yan müesseselerinde olur. Nitekim o günlerde Türkiye bu haldeydi. Yani tarlalar yeşeriyor, ama parlamento itibarının ve fonksiyonunun yüzü, gittikçe sararıyor, halsizleşiyordu. Ve bu neticede iktidarın, elbetteki büyük taksiratı vardı…
Sayfa 423 - Remzi Kitabevi
Kırk beş yılının mart ayında bizde de erken seçimler oldu ve beklendiği gibi Büyük Hakikat Partisi iktidara geldi. Farklı toplum kesimleriyle uzlaşmak, demokrasiye saygı göstermek, toplumsal barışı sağlamak gibi dertleri yoktu. İlk icraatlarından biri olağanüstü hal ilan etmek oldu. Arkasından da diğer partileri birer birer kapattılar, milletvekillerini ve parti üyelerini hapse attılar. İktidar partisi milletvekillerinden başka üyesi kalmayan meclis işlevini kaybetti, artık toplanmaz oldu. Birçok muhalif siyasetçi ve fikir insanı da anlaşılmaz şekillerde birer ikişer ortadan kayboluyordu. Onların gözünde, kendileri dışındaki herkes, Cenab-ı Allah'ın öfkesinin müsebbibiydi. Zamanında Lût kavminin başına gelen, şimdi bizim başımıza gelmişti. Dinsizlik, sapkınlık, Allah'a bilimle ve sanatla şirk koşma, yozlaşmış modern kapitalist hayatın nimetlerine tamah etme bunun nedenleriydi. Artık bu rezilliklerden birine tenezzül eden, sadece kendisini değil, tertemiz Müslümanları da Allah'ın gazabına maruz bırakıyordu. Müslümanlar da bu sapkınları içlerinde barındırmaya devam ettikleri için suçluydu.
Reklam
İktidar partisi ile muhalefet arasındaki ilişkiler, gergin ve çoğunlukla şiddetliydi. Aslında bu gerginlik, İmparatorluğa hâkim olan etnik, dinsel ve sosyal çatışmaların yansımasıydı.
Bugün parlamenter sistemin en büyük karşıtı, Çankaya'ya çıkabilmiştir. Parlamenter demokrasinin bütün kurumları, başta iktidar partisi, fiili lideri tarafın­dan her gün artan ölçüde gülünç hale getirilmektedir.
Sayfa 251Kitabı okudu
Anayasa Değişiklikleri
1961 Anayasası'nın getirdiği düzene kendisini Demokrat Partinin bir devamı gibi gören Adalet Partisi hep karşı olmuştur. Meclis'te bu konuda AP sözcüleriyle sık sık tartışırdık. AP anarşi olaylarının nedenini 1961 Anayasası'nın getirdiği düzende arıyordu. 12 Mart'ı temsil eden Genekurmay da bu görüşteydi. Onlar da bunalımın 1961 Anayasası'nın getirdiği özgürlükçü düzenden kaynaklandığına inanıyorlardı. Onlara göre düşünce ve örgütlenme özgürlükleri, 11. madde, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği, TRT özerkliği, sendikal yaşam yeni baştan düzenlenmeliydi; daha disiplinli bir düzen kurulmalıydı. Hükümetçe hazırlanmış olan Anayasa değişiklikleri taslağı, bu görüşlerin etkisinde düzenlenmişti. Partilerarası komisyonda CHP'li üyeler 1961 Anayasasını savunmakta yalnız kalıyorlardı. Bir süre sonra komisyonda görüşmeler kilitlendi. Bu 12 Mart'm uzaması demekti. İnönü bu duruma bir çare arıyordu. Önce komisyondaki görüşlerin kaynaklandığı iktidar odağını araştırdı. Kimdi bu odak? Cumhurbaşkanı mı, Başbakan mı, yoksa Genelkurmay Başkanı mı? Sonunda karar verdi. Temmuz başında bir pazar günü Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ı ziyarete gitti. Beni de yanma almıştı. Konuşmalar başlaymca İnönü'nün yanılmamış olduğunu gördüm. Tağmaç tam işin içindeydi. Değişiklik önerilerini neredeyse ezbere biliyor, ısrarla savunuyordu
12 Mart Günlerinde İnönüKitabı okudu
"...Müdahalenin sonucu ne oluyor? Memleketi bu hale getiren bir iktidar partisi mağdur vaziyette çekilmiş olarak, şimdi yeniden kuvvet kazanma imkânını buluyor. Meclis'e yapılacak her yeni müdahale şimdiye kadar yanlış usulleri savunanlara kuvvet ve fırsat vermekten başka bir işe yaramaz."
12 Mart Günlerinde İnönüKitabı okudu
İlk Sesler, DP
"Ne var ki 1 Haziran 1945'te parti içindeki eleştirmenler, açıkça kendilerini gösterip ilk kez iktidar sorununu gündeme getirdiler. Gelecekteki Demokrat Parti'nin 4 kurucusu (Celâl Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes), anayasada belirtilen milli egemenlik ilkesinin tam olarak uygulanmasını ve Parti işleyişinin demokrasinin temel ilkelerine göre yürütülmesini isteyen bir öneriyi parti meclis grubuna sundular. Parti örgütü ılımlı tepki gösterdi; dördünü CHP'den ihraç etme önerisi bile gelmedi, Aksine, parti içinde, eleştirmenlerin CHP'den ayrılıp kendi partilerini kurmaları gerektiğini düşünen bir grup bile vardi ve İnönü'nün bu görüşü teşvik ettiği söylenir. 2 Ne var ki yeni bir siyasi parti kurma girişimi, CHPli bir muhaliften değil, Nuri Demirag adlı bir istanbullu sanayiciden geldii, 7 Temmuz 1945'te Demirağ, Milli Kalkınma Partisi'ni kurmak için hükümete başvurdu ve ağustosta izin verildi."