Çok tuhaftır, düşünmem gereken çok şey olmasına karşın, Polina’ya olan duygularımın analizine dalmıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse, Polina’dan uzaklarda bulunduğum bu iki hafta, şimdi onun yanında olduğumdan çok daha rahattım. Oysa yolda hep onu düşünmüştüm, onu özlemiştim. Düşlerimde bile hep o vardı. Bir gün, İsviçre’de olmuştu bu, uykumun arasında Polina’yla konuşmuş olacağım, kompartmandakiler gülmüşlerdi bana. Şimdi bir kez daha soruyorum kendime aynı şeyi: “Seviyor muyum onu?” Bir kez daha yanıt vermeye cesaret ede- medim bu soruya. Daha doğrusu, yüzüncü kez “Nefret ediyorum ondan” dedim kendi kendime. Evet, nefret ediyorum ondan. Onu boğabilmek için ömrümün yarısını seve seve verebileceğim anlarım oluyor bazen, özellikle her konuşmamızın sonunda. Yemin ederim, bir hançeri göğsüne yavaş yavaş batırmama izin verseler, sanırım sevinçle kapardım hançeri. Fakat, Schlangenberg’de gerçekten “atlayın aşağı” deseydi bana, hiç düşünmeden, hatta seve seve atardım kendimi uçurumdan aşağı. Buna da bütün kutsal varlıklarımın üzerine yemin edebilirim. Kuşkum yok bundan. Ama ne olursa olsun, kesin bir karar vermeliyim artık. Bunu o da biliyor. Onun benim için erişilmez olduğunu, umutlarımın asla gerçekleşemeyeceğini çok iyi anladığım düşüncesinin ona sonsuz haz verdiğine inanıyorum. Yoksa onun gibi zeki, saygın bir kız benimle böylesine içten olur muydu? Bana hâlâ, eski çağlarda yaşamış o imparatoriçenin, adam yerine koymadığı için önünde soyunduğu tutsağına baktığı gözle baktığını sanıyorum. Evet, çok kez adam yerine koymamıştır beni...