_Yaşam, ufacık şeylerden, küçük mutluluklardan oluşuyor. Hiçbir şey büyük ve kutsal değil. O yüzden sözde büyük olan şeylere ilgi duyarsan yaşamı ıskalarsın. Yaşam bir bardak çayı yudumlamak, bir dostla sohbet etmek, sabah yürüyüşe çıkmaktır, ama illa belli bir yere doğru değil, amaçsız, son belirlemeden hareket etmektir. Böylece herhangi bir
Beyin sa-
pında, retiküler formasyon adı verilen bir nöron ağı, uyuma ve uyan-
ma döngülerini kontrol eder ve bilincin şalteri görevini görür. Burası
hasar gördüğünde, soluk alma ve sindirim gibi temel beden faali-
yetleri devam ederken beyin daha yüksek yetilerini “çalıştıramaz.”
Beyin sarsıntısı gibi daha hafif yaralanmalar da beynin retiküler for-
masyonunu bozan ve kısa süreli şuur kaybına yol açan sinyaller gön-
derebilir. Buna karşın Gage’inki odaklı bir yaralanmaydı: Ne kadar
kanlı olsa da, hasar küçük bir doku tüneliyle sınırlıydı ve travmanın
yıkıcı şok dalgası yoktu. Sonuçta Gage’in retiküler formasyonu yara
almadan kurtulmuştu ve bilinci bu nedenle hiç teklememişti.
Bir anıyı yakalarken nöronlar kısa süreliğine, geçici bir bağlan-
tı oluşturur. Ardından bu bağlantılar özel proteinlerle birbirine le-
himlenir, bu işleme konsolidasyon [sağlamlaştırma] denir. Ama
beyin bu proteinleri anıları yakalamaktan daha fazlası için kullana-
bilir; proteinler anıların geri çağırılması ve tekrar oynatılmasında
da rol oynar. Örneğin, bip sesinden sonra fareye elektrik şoku ve-
rirseniz, bunu kesinlikle hatırlar. Tekrar aynı sesi verdiğinizde, bir
şok daha bekleyen fare korkuyla donakalacaktır. Ancak biliminsan-
ları fareye bu korkuyu unutturabileceklerini keşfetmiştir. İkinci bip
sesinden hemen önce, farenin beynine anıyı yakalayan proteinleri
baskılayan bir ilaç enjekte ederler. Aynı sesi tekrar verdiklerinde fare
her zamanki farece işlerine devam eder. Görünen o ki bu proteinler
olmadan anı çözülür ve fare artık bip sesinden korkmaz. Bu durum
beyinlerimizin bir anıyı hatırlarken, her seferinde tertemiz, “bire-
bir kopyasını” tekrar oynatmadığına işaret eder. Onun yerine anıyı
her seferinde tazeleyip tekrar kaydetmek zorunda kalabilir. Bu kayıt
farede olduğu gibi aksarsa anı kaybolur. Tekrar konsolide etme adı
verilen bu teori, ilk anımsatıcı izlenimleri kaydetmekle onları son-
radan hatırlamak arasında temelde çok az fark olduğunu söyler.
Wernicke-Korsakoff sendromunun temel nedenini keşfetmek
daha uzun sürecekti ama 1930’ların sonlarında birkaç biliminsanı
yine B1 eksikliğiyle ilişki kurmuştu. Doktorlar artık alkolün yiyecek-
lerdeki tiyaminin bağırsakta emilmesini engellediğini biliyor. Bu
eksiklik, beyinde özellikle glia hücrelerinde değişimlere yol açar.
Glia hücreleri, başka görevlerinin yanı sıra nöronlar arasındaki si-
napslardaki fazla nörotransmiterleri sünger gibi emer. Tiyamin ol-
madan glia, nöronları uyaran glutamat isimli nörotransmiteri eme-
mez. Bu fazlalık sonucunda nöronlar aşırı uyarılır ve zamanla ölür.
en absürd sendrom, Cotard sendromudur.
Cotard sendromlular öldüklerinde ısrarcıdır, hatta buna yemin bile
verebilirler. Yürüyen ölü sendromu olarak da bilinen Cotard send-
romu, genellikle yaşlı kadınlarda görülür ve bir kazadan sonra or-
taya çıkar. İntihar girişimlerinin başarılı olduğuna ya da hastanede
yatmalarına sebep olan trafik kazasında öldüklerine inanırlar. Kar-
şınızda oturup bütün olanları size anlatıyor olmaları gibi net bir
gerçeklik bile sanrılarını etkilemez. Bu insanlar, Descartes’ın cogito
ergo sum [düşünüyorum, öyleyse varım] çıkarımını duyup, “Bir da-
kika orada dur bakalım,” diyen insanlardır. Bazıları çürüyen etleri-
nin kokusunu aldığını söyler, birkaçı kendini yakmaya bile çalışmış-
tır
Görme, hareket ve cinsellik merkezlerimiz bir yana, ön loblar
limbik devrelerimizle etkileşime girerek daha ilkel duygularımızı
yatıştırıp rahatlatır. Bu, ön lobların duyguları tamamen ezdiği anlamına gelmez. Karanlık bir ormandaki esrarengiz bir hışırtı her zaman amigdalayı alarma geçirecek ve bize bir korku sinyali gönderecektir. Ancak bu korkunun bizi yenmesine izin vermek yerine, daha
seçici, daha az tepkisel olan ön loblar korkuyu bir miktar dağıtıp denetim altına almaya yardım eder. Ön lobun bu etkisi genellikle daha
katı ve kalıplaşmış tepkilere başvuran hayvanlara göre biz insanların
daha ayrıntılı bir duygu yelpazesine sahip olmasını sağlar.
Örneğin limbik sisteme yaylım ateşi misali
elektrik gönderen hastalık nöbetleri cinsel iştahı bastırabilir, iktidarsızlık ve libidoda düşüşlere yol açabilir. Bazı sara hastaları
ömürleri boyunca orgazm olmamıştır. (Kuduz enfeksiyonlarıysa,
günde otuz defaya kadar çıkabilecek kadar sık kendiliğinden boşalmalara neden olabilir.) Şakak lobu
Düzinelerce vakanın tıbbi geçmişini inceleyen Cushing, hipo-
fiz bezinin temel görevinin iletişim olduğuna karar verdi. Normal-
de beynin sinirsel uyarılar aracılığıyla bedenle iletişim kurduğunu
düşünürüz. Ancak beyin başka yollarla, hormonlar gibi kimyasallar
kullanarak da komut verebilir. Doğrudan hormon salgılamak yeri-
ne, bazen bu işi bezlere yaptırır. Sonunda Cushing hormonların dü-
zenlenmesinde hipofiz bezi, yani “ana bez”den daha önemli bir bez
olmadığını ilan eder. Gerçek anlamda bir hormon fabrikası olan hi-
pofiz, her biri çeşitli hormonlar salgılayan yarım düzine farklı türde
hücreye sahiptir. Herhangi bir hormonun aşırı ya da eksik üretimi
farklı hastalıklara neden olabilir ve bu da hipofizin neden çok sayıda
farklı hastalıkla ilişkilendirildiğini açıklar.
Doğal olarak fantom uzuvlara ilk atıflar tek tük Pare’nin yazıla-
rında ortaya çıktı ve çok geçmeden filozoflar için büyüleyici bir konu
hâline geldi. Rene Descartes da sinirbilime merak salmıştı. Omurili-
ğin üst kısmında bezelye büyüklüğünde bir salgı bezi olan “epifiz*”i,
insan ruhunun bulunduğu yer olarak tanımlamasıyla ünlüydü ama
aynı zamanda fantom uzuvların anlamları üzerine de uzun uzadı-
ya düşünmüştü. Kangren nedeniyle kaybettiği elindeki ağrıyla uya-
nan bir kızın hikâyesinden özellikle etkilenmişti. Bu ve bunun gibi
hikâyeler “duyularıma olan güvenimi yok etti” diye yazıyordu. O ka-
dar ki duyuların bilgiye giden kesin yol olduğuna inanmayı bıraktı.
Buradan da cogito ergo sum’a varması için küçük bir adım atması
yeterliydi, böyleceyalnızca aklın gücüne inandığını ilan etmiş oldu.
İki nöron ele alalım. Eğer bir nöron diğerinin arka arkaya, hızla,
tekrar tekrar ateşlenmesine yol açarsa, aralarındaki sinaps da buna
göre değişir. Bir numaralı nöronun akson ucu şişerek büyür ve ara-
daki sinapsı dolduracak şekilde daha çok nörotransmiter keseciği
yığmaya başlar, hatta yepyeni akson dalları bile filizlenebilir. Böy-
lece iki numaralı nöron ona doğru daha fazla algılayıcı dendrit uza-
tarak bir numaralı nöronu dinlemeyi öncelik hâline getirebilir. Bu,
iki numaralı nöronun düşük yoğunluklu iletilere bile karşılık verme-
sini sağlar. Bir tekerleğin, tekrar tekrar geçtiği bir yolda bir iz aç-
ması gibi, yinelenen nöron ateşlenmeleri de beyinde sinyallerin bazı
sinirsel yolakları izleme olasılığını diğerlerini izleme ihtimalinden
daha çok artıracak izler açacaktır.
Bir nöron ne zaman “ateşlense” akson ucundan aşağı bir elektrik
sinyali dalga dalga ilerler; kıvılcımların uzun zaman önce saptadığı
akımdır bu. Ancak bu elektrik hücreler arasında atlama yapamaz,
bir nöronu diğerinden ayıran 25,4 nanometre genişliğindeki sinaps
adı verilen boşluğu bile aşamaz. Bu nedenle akson, elektrik mesajı-
nı boşluğu aşabilecek kimyasallara dönüştürmelidir. Akson ucu, bir
kimyasal gereç deposu gibi, her çeşit farklı nörotransmiterler üretir,
depolar ve ileteceği mesaja bağlı olarak belirli kimyasalları küçük
kabarcıklar hâlinde paketler. Bu kabarcıklar daha sonra içeriklerini
sinapsa boşaltır, nörotransmiterlerin boşluk boyunca akmasına ve
civardaki nöronların dendritleriyle bağlantı kurmasına olanak ve-
rir. Bu kenetlenme, nöronların kendi aksonları boyunca elektriksel
sinyal göndermelerini tetikler. Bu noktada, mesaj iletildiği anda te-
mizlik başlar. Yakındaki glia hücreleri nörotransmiter moleküllerini
emerek ya da parçalayacak avcı enzimleri salarak sinapstaki fazlalığı
ortadan kaldırır. Nöronun yeniden ateşleme yapabilmesi için sinap-
sı etkili bir biçimde ilk durumuna döndürür. Bütün bu olaylar mili-
saniyeler içinde gerçekleşir.
Nöral retikulum teorisi, 1873’te bir gece meydana gelen bir kaza
sonrasında çözülmeye başladı. Rivayete göre, Camillo Golgi eski bir
İtalyan akıl hastanesinin mutfağında mum ışığında çalışırken dir-
seğiyle yanlışlıkla gümüş rengi bir solüsyonla dolu deney tüplerine
çarptı ve solüsyon kesilmiş baykuş beyinlerinin üzerine döküldü.
Al başına belayı. Gümüş renkli solüsyon dokuları boyamak için
kullanılıyordu. Golgi, birkaç hafta sonra, sakarlığıyla mahvettiğini
düşündüğü örnekleri mikroskop altında inceledi ve gümüşün beyin
hücrelerini hiç beklenmedik ve olabilecek en yararlı şekilde boyamış
olduğunu fark etti. Az sayıda hücre tamamen emmişti gümüşü ve
belirgin biçimde göze çarpıyorlardı, şerbet sarısı fondaki siyah silu-
etlerin en ince lifleri ve filizleri aniden görünür olmuştu. Büyülenmiş
vaziyette boyama tekniğini geliştirmeye koyulan Golgi, bu yönteme
la reazione nevo, siyah tepkime* adını verdi.
"Şimdilik, insan beyninin nasıl bu kadar büyümüş olduğu bir bulmaca gibi durmakta. Neyse ki doğal seçilim, beynimizi bu gizemi ileride bir gün çözmemizi sağlayacak kadar büyük hale getirmiştir."