“Ben doğduğumda, olduğum şeyin bir ismi yoktu.”
(syf:7)
Kirke güneşin tanrısı ve titanların en güçlüsü Helios ve akarsuların koruyucusu Perseis’ın kızı olarak doğar. Ancak Kirke, ne ilahi bir görünüme ne de bir sese sahiptir. Annesi Helios’a güçlü bir evlat veremediğinden Kirke’den kendini hep uzak tutmuştur ve bu uzaklık bir erkek evladın
Boğaziçi'nde Bosnalılar Yalısı'nda doğup büyümüş ve şuan aynı yalının bahçesindeki küçük evinde hayatını devam ettiren paşa torunu Leyla Hanım, yalının yeni sahibi Ömer Cevheroğlu ve eşi Necla tarafından sokağa atılır ve mahallenin çocuklarından gazeteci Yusuf'un ısrarları üzerine Cihangir'deki bekâr evine sığınmak zorunda kalır.
Yusuf'un sevgilisi Rukiye “Roxy” hip-hop tarzı müzik yapan bir grubu olan ve aile geçmişi sorunlu Almancı bir kızdır. Hayatta iyi insanların da var olabileceğini unutmuş saldırgan bir ruh haline sahip Roxy, Leyla Hanım’ın gelişini kabullenmekte oldukça zorlanır. Fakat Leyla Hanım onun kendini bulmasında en önemli etken olmak üzeredir..
Romanda bize aktarılan Leyla Hanım’ın evine, özüne sahip çıkma çabasından ziyade birde yalının yeni sahibi Ömer Cevheroğlu ve Kadızade Konağı'nda dört kuşaktır uşaklık yapan bir aileden gelen babası Ali Yekta Bey’in sağlıksız ve hırs dolu baba oğul ilişkisi anlatılmaktadır. Her biri ayrı bir dünyadan gelen bu insanların hayatlarının kesişmesi, onların hem kendilerini hem de birbirlerini değiştirmeleri, aslında “ev” kavramının sahip değil, ait hissettiğin yer olduğunu anlamamızı sağlıyor..
“Biraz erken ya da biraz geç ölmenin bir anlamı olmadığına göre, yaşamanın amacı neydi? Zaten yok olacak kumdan şatolar yapmak neye yarıyordu? Büyük bir mücadele içinde olan insanlar böyle şeyler düşünmüyor, kendilerini hayattaki başarılarına adıyorlardı. Ama insanın temel duygusu buydu. Yeryüzü korkusu, yaşam ürkekliği, geçici olmanın yarattığı yürek burkulması. Yani boşluk, büyük bir boşluk.”
(syf:218)
”İçinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan roman.”
Büyülü gerçeklik akımının önemli eserleri arasında yer alan ve ölmeden önce okunması gereken 1001 kitap listesine giren Acı Çikolata’da dönem şartlarında Meksika'da aile geleneğine göre evin en küçük kızı olması nedeniyle annesi ölene dek ona bakmakla yükümlü olan ama buna karşın Pedro'ya delicesine tutkun Tita’nın yemek yapmayı aşkının iletişim aracına dönüştürmesiyle buluşuyoruz.
Geleneklerine sıkı sıkı bağlı olan Mama Elena Tita ve Pedro’nun evlenmesine kesinlikle izin vermez ve Pedro’ya Tita’nın ablası Rosaura ile evlenmesini teklif eder. Pedro’da Tita’ya yakın olabilmek için bu teklifi kabul eder. Bu evlilik haberinden sonra Tita için aşkın anlamı değişmiştir ve duygularını kelimelerle değil yemekleri ile ifade etmeye başlar..
12 ayrı bölümden ve yemek tariflerinden oluşan bu romanda büyülü gerçeklik akımı bir noktadan sonra o kadar olağan geliyor ki Tita’nın ruh halinin yaptığı yemeklere geçmesi, gözyaşları nedeniyle evi sel basması vb. unsurlar okura normal gelmeye başlıyor ve okurlar masal tadında bir kitapla buluşmuş oluyor.
“Hepimiz, içimizde bir kutu kibritle doğarız. Ama tek başımıza bunu yakamayız…”
(syf:110)
”Hissettiklerini açıklamaya sözcükler yetmezdi. Ne yazık ki o zamanlar uzaktaki kara delikler henüz bilinmiyordu. Eğer bilseydi, göğsünde büyük bir kara delik açıldığını hissettiğini söylemesi kolay olurdu.”
(syf:25)
60’lı yaşlarındaki yazarımız Jean-Louis Fournier’nin yaklaşık 40 yılını birlikte geçirdiği eşi Sylvie Durepaire-Fournier’nin ölümünün ardından onsuz geçen günlerini anlattığı oldukça duygusal olan bu kitapta yazar, eşiyle olan anılarını, pişmanlıklarını, isyanlarını eşi olmadan bir hayat kurma çabasını okurla buluşturmaktadır. Yazarın kitapta sık sık yinelediği “her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım” bize hem yalnızlık korkusunu hem de kaybedilene duyulan özlemi ve iyileşme çabasını hissettirmektedir. Bir itiraf, içini boşaltma, rahatlama ve yas tutma kitabı olduğu hissedilen Dul, yazarın durumla başa çıkabilmesini kolaylaştırmak için en iyi bildiği işi yapmasına, yazmasına ve iyileşmesine yardımcı olduğu hissedilen bir eserdir.
"Ne zaman sana ait bir şey görsem fena halde üzülüyorum, özellikle el çantanı gördüğümde. Eve her girdiğimde ve onu antredeki bir sandalyenin üstünde gördüğümde, senin evde olduğunu anlar, rahatlardım.
Artık çantan hep orada ama sen yoksun.”
(syf:61)
”Devamlı akan su durulduğunda serinliği özlenir, yanan ışık söndüğünde aydınlık özlenir ve insan karısını kaybettiğinde de onu ne kadar çok sevdiğini anlar. Anlayabilmek için en kötüsünün başa gelmesini beklemek ne acı. Neden mutluluğu, ancak çekip giderken çıkardığı sesle tanıyabiliyoruz?”
(syf:90)
"Ne zaman sana ait bir şey görsem fena halde üzülüyorum, özellikle el çantanı gördüğümde. Eve her girdiğimde ve onu antredeki bir sandalyenin üstünde gördüğümde, senin evde olduğunu anlar, rahatlardım.
Artık çantan hep orada ama sen yoksun.”