Gün-ce
------------------- Mıknatıs ne yapsan sırra kadem basan komşularımla tuhaf geçen haftanın kelimelerini topluyor. Deniz hâlâ yalpa vurarak salınan sakinliğini koruyor. Kimse birdenbire azgın dalgalarla taşarak üstlerine gelmesinden korkmuyor. Yer titremiyor, kasırga çatıları uçurup, ağaçları yerinden sökmüyor. İstanbul, sakin ve huzurlu bir halde
O gün biz onunla o kadar uzaktık ki birbirimize, yağmursuz bir İstanbul akşamının tüm yağmur damlaları aramıza düşüyor ve ben onun elini tutuyordum. Ve onun eli o kadar uzaktı ki avucuma, sanki "Bir ses gelse de kayıt gitsem" diye bekleyen bir çığ gibiydi. Galata gürültülüydü.
Sayfa 8 - https://youtu.be/uDFpcSc7IcY
Reklam
Fakat bu sükûtun zehir damlaları nokta, virgül, edat, işaret kadar küçük olacaktı. Bir “fakat”, bir “ise de”, bir “heyhat!” memleketi kurtaran devleri yere serecekti.
Sayfa 464 - Oğlak Yayınları 17. BaskıKitabı okudu
Din samimiyettir. Din samimiyettir diye buyurdu Allah Resulü. Kime veya neye karşı samimi olmak diye sordu ashab-ı ikram. Allah'a, kitabına, peygamberine ve bütün iman ehline diye cevap verdi Allah'ın elçisi. Peki neydi samimiyet? Sırdı bilinmek isteyen Rabb'inin sakladığı. Dünya telaşında koşturan insanın gönlünde yeşermeyi
Ordumuzun İstanbul önlerine dayandığı günlerdir. Henüz bahardır ama hava iyi sıcaktır. Yedikule önlerinde toplanan askerler kırbaların dibinde kalan son damlaları da yudumlar ve su sormaya başlarlar. Öyle ya bu çocuklar daha yıkanacak, paklanacak, abdest alacaklardır. Fatih bu sıkıntıyı nasıl halledeceğini düşünürken üzerinden yaban kazlar geçmesin mi. Genç sultan, süvarilerden birine kuşları esaret eder. Delikanlı okuna davranır, elini sadağına atar. Fatih "Hayır, hayır!" diye fısıldar, "Onlan takip et. Kim bilir, belki de bir göle uçuyorlar." Süvari bir hamlede atına çıkar, hayvanını topuklar. Artık kazlar nereye, o oraya. Kuşlar atışalanı taraflarında alçalır alçalır ve berrak sulu bir gölceğize konarlar. Delikanlı önce suyun tada bakar, sonra matarasını doldurup ordugaha koşar. Doğrusu bu su beklenenden ziyade ve umulandan tatlıdır. Mimarlar, ustalar derhal işbaşı yapar, rütbeliler bile künk taşırlar. Çok değil 5 -10 gün sonra lülelerden su akmaya başlar. Fatih bu mutluluğu paylaşmak ister, Çeşme başına gelir. O sıra bir sanatkarın kitabeye "adını." Kazıdığını görür. Ustaya döner "niye ama" der, "suyu bulan ben degilim ki?" Vezir araya girer ve usulünce sorar: "Peki bu Çeşme kimin ad ile anılsın?" Kazların! Öyle de olur. Çeşmenin adı “Kazlıçeşme” kalır.
Başı tatlı tatlı dönüyordu; gene “gazete”yi düşündü: Evet, Ankara'yı o kadar güzel beğenmeyecekti ki ona garezkâr diyemeyeceklerdi. “Zafer”i göklere çıkaracaktı, taşlar, "garez”, gökte duran “zafer”in arkasında görünmeyecekti. Haykırarak beğendiği "lnönü”nün arkasından “Ankara”yı beğenmeyen zehirli bir sükût. .. Fakat bu sükûtun zehir damlaları nokta, virgül, edat, işaret kadar küçük olacaktı. Bir “fakat”, bir “ise de”, bir “heyhat!” memleketi kurtaran devleri yere serecekti. Parasızlar, memuriyetsizler, Veni-zelos'un resmini artık duvarlarına asamayanlar, insanı iki buçuk saatte zengin eden münakasalı “Nafıa”lara "Harbi-ye”lere "Maliye”lere hasret çekenler her sabah onun gazetesini okuyacaklardı. Bu kadar büyük saadeti onlara, Adnan, her sabah beş kuruşa satacaktı.
Reklam
39 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.