Fyodor Dostoyevski’nin Ezilenler romanı, görünürde bir aşk ve yoksulluk hikâyesi sunsa da derinlerde insan ruhunun çalkantılarını, ahlaki ikilemlerini ve vicdanın sessiz çığlıklarını barındıran varoluşsal bir anlatıdır. Bu anlatının merkezinde yer alan İvan Petrovic, yalnızca bir gözlemci değil; aynı zamanda acıya, adaletsizliğe ve aşkın karmaşasına tanıklık eden, ama çoğu zaman çaresizlik içinde susan bir vicdandır.
İvan Petrovic’in gözünden aktarılan bu karanlık dünya, sadece “kim eziliyor” sorusunu değil, “kim neden susuyor?” sorusunu da sordurur. O, hem duyarlı bir yazar hem de toplumun marjinalleşmiş bireylerine karşı derin bir empatiyle yaklaşan bir figürdür. Fakat empati, eyleme dönüşmedikçe ne kadar anlamlıdır? Dostoyevski tam da bu noktada okuyucuyu sarsar.
Prens Valkovski gibi güç figürleriyle karşı karşıya getirilen karakterler, yalnızca ekonomik veya toplumsal olarak değil, ruhsal olarak da ezilirler. Nataşa’nın aşkı ve Nikolay’ın onuru, sistemin dişlileri arasında öğütülürken, İvan Petrovic’in vicdanı, okuyucunun kendi ahlaki aynasına dönüşür.
Ezilenler, bir çağın değil, tüm çağların romanıdır. Çünkü insan ruhundaki çürüme ve iyilik arzusu her dönemde çatışır. Dostoyevski’nin sorusu hâlâ geçerlidir: “Bir insan sadece iyi olmakla dünyayı değiştirebilir mi, yoksa iyilik de sessiz kaldığında bir tür suç mudur?”
Roman boyunca “ezilen” yalnızca ekonomik anlamda güçsüz olan değil, aynı zamanda duygusal olarak da sömürülen, yalnız bırakılan ve yok sayılan herkestir. Bu yönüyle kitap, dönemin Rus toplumunu yansıttığı kadar, evrensel bir insanlık hikâyesi anlatır.