Anlatılır ki su bulmanın zor olduğu zamanlarda, insanlar kırba ya da çeşitli su kaplarıyla sokaklarda dolaşır su satarlarmış. Bu işi yapanlara da saka denirmiş. Bir saka yolda giderken bir başka sakayla karşılaşmış. Ona, "Kardeşim çok susadım, bana kırbandan bir tas su versene." demiş. Öbür saka şaşırmış ve buna bir anlam veremediği için hayretle, "Be şaşkın, sende aynısı var, doldurup içsene kendi kırbandan" deyivermiş. Fakat su isteyen saka bundan ısrar ederek tekrar şöyle demiş: "Sen yine kendi kırbandan bana bir tas su ver güzel kardeşim, çünkü ben kendi suyumu içmekten bıktım, usandım." İnsanın konuşmaya, bağ kurmaya, bir başka insanla halleşmeye, dertleşmeye ihtiyacı vardır. Saka aslında omzunda taşıdığı sudan değil, yalnızlıktan muzdariptir.
Camilerimiz, toplumun en kutlu ve ve en canlı kurumları olduğu zamanlar, dünyanın en üstün toplumu idik. Camiyi hayattan sürmeye başladık başlayalı, âdeta ilahi bir ceza olarak biz de hayattan sürülmeğe başladık.
|Sezai Karakoç|
Güneş görmeyen zifirî karanlık bir odada yaşayan kişiyi ayna kullanarak, güneşin ışıklarını yansıtıp aydınlattığınızı düşünün. O odanın birdenbire aydınlandığını gören kişi, "Aynaya şükürler olsun, benim ışığımın kaynağı aynadır." derse güneşe haksızlık etmiş olmaz mı? Oysa o ayna sadece güneşten geleni yansıtmaktadır. Asıl teşekkür edilmesi gereken, ışığın menbaı olan güneştir. O halde ne aynayı kırmalı ne de güneşi görmezden gelmeli. Bu ikisi arasında sağlıklı bir istikamet çizmeli.
Geçip giden şeyin adıdır zaman. Asla telafisi olmayan, gittiğinde bir daha gelmeyecek olan; kimi zaman gülümseyerek, kimi zaman hüzünlenerek, kimi zaman da ah ederek andığımız şeydir zaman.