bir kuş tüyüne değip de
berelenmeden
bir güz yelinde örselenmeden hiç
çayırın acı yeşillerine uğramaksızın
hırpalanmadan günışığında
papatya kokularıyla ırgalanmadan
sen yine orda mısın demeden
sen hala
sen hala gel demeden
geliyorum ben sana
ne doğan güne hükmüm geçer
ne hâlden anlayan bulunur.
ah aklımdan ölümüm geçer;
sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
ve gönül tanrısına der ki:
pervam yok verdiğin elemden;
her mihnet kabulüm, yeter ki
gün eksilmesin penceremden!
sen bakıyorsun bir şehir yanıyor
öyle bir alev var ki gözlerinde
sana sarılınca tüm duyularımı kaybediyorum
kokun yok sanki alamıyorum,göremiyorum seni, gözlerim yok,ellerim yok,
sana sarılmış olma gerçeği dışında hiç bir şey yok
tüm varoluşlar utançla yok oluyor
sana eğilmişliğim ve sana yenilmişliğim var
I miss you, i miss your voice, i miss your laughs, i miss how sweet you once were. I miss your corny jokes, i miss spending time with you, i miss talking to you all day till midnight, i miss your sweet goodmornings and goodnights.
"incelikli adamlar anlaşılmamanın penceresine
incelikli kadınlar şiddetin balkonuna tıkılmış
niteliksiz herkesi sokakta gezerken izliyorlar
dünya çıkmış çivisini çakacak bir tanrı arıyor
ben tanrı değilim, ben nalbur değilim.
bu çivi çakma işleri umrumda değil."
çıktığımız baba evinden daha büyükmüş dünya ,öğrendiklerimizin daha ötesindeymiş mana. gizli saklı değil epey aşikarmış ve anlatılanlardan basitmiş anlamlandırmaya çalıştıklarımız. bizi korumak için öğütledikleri o korkunç hikayeler kadar ürkütücü değilmiş ve kırılan her yerinden içeriye ışık alıyormuş hayat. benzer hallerin içinden daha usulca geçilebilirmiş. kırıp dökmeden de vazgeçilebilir, darmadağınık olmadan da toparlanabilirmiş konu her ne ise.
hakikatten yayılan ışığı seviyorlar, ama o ışık kendi yanılgılarını ortaya çıkardı mı ondan nefret ediyorlar. çünkü aldatılmak istemiyorlar, aldatmak istiyorlar.