Sonra güneş doğarken önümüzde uzanan yol, transitte indiğimiz mola yerleri, içtiğimiz kötü kahveler, geçtiğimiz sınır kapıları, ne zaman ne çalınacak diye tatlı tatlı ettiğimiz müzik kavgaları, bir gün onun arabayı birden sağa çekip ellerini kucağında birleştirip, "Hadi çal, çal ne istiyorsan!" deyişi, benim bir an duraklamam ama sonra bir kaplan gibi atlayıp "Jimmy ve Johnny'nin Şarkısı"nı koymam, onun, "Bunun için mi bu kadar mücadele ettin?" deyip arabayı çalıştırması, o şarkının bana zehir olup bir türlü bitmek bilmemesi, onun bunun farkına varıp gülmemek için alt dudağını ısırması, benim aklımda "Ben ne kadar önemserdim kendimi hay Allah" diyen Turgut Uyar dizeleri, onun içinde "Git yakala, kaymakta olan bir yıldızı" diyen John Donne...
Sonra akşam paydosları; sekizde, dokuzda ya da onda basit İtalyan lokantalarında, imbisslerde, kebapçılarda, "Yalnız benimki tereyağsız, benimki de peynirsiz, hayır birisinde peynir olabilir, evet birisinde tereyağı olabilir," diye ısmarladığımız ve nasıl geleceğini endişeyle beklediğimiz yemekler, soğukta hızlı hızlı otele yürümemiz, lobide birer bira içmemiz, bir akşam niye Berlin’e geldiğini sorunca önce biraz karmaşık deyip geçiştirmesi, ama sonra duvar yıkıldığı ve yeni bir ülke umudu olduğu için geldiğini söylemesi, o akşam ilk defa ikişer bira içmemiz, sonra benim geç oldu demem, sonra onun boş koridorda iyi geceler diye fısıldaması, Neil Young, kitabım, defterim, kalbim, helplessly hoping, helplessly hoping…