Derdin ne olursa olsun, bir abdest al nefes gibi. Ve bir seccade ser odanın bir köşesine otur ve ağla, dilersen hiç konuşma. O,seni ve dertlerini senden daha iyi biliyor unutma. Yitirdiğin ne varsa, bir bakarsın yağmurlu bir gecede yada bir bahar sabahında karşına çıkmış. Bil ki! Güzellikler de vardır bu hayatta gel git'lerin olmadığı bir hayat düşünülemez. Hüzün olgunlaştırır, kaybetmek sabrı öğretir. Zaman bir şeyler alır götürür senden tutamazsın. Bazen de hayatın getirdiklerinden kaçmak istersin, ama kaçamazsın. Böyledir hayat, bir türlü anlayamazsın ve bir gerçek vardır acıyı tatmadan mutluluğu tadamazsın.
"Acı var," dedi Shevek ellerini açarak. "Gerçek. Ona yanlış anlama diyebilirim, ama var olmadığını veya herhangi bir zamanda yok olacağını var sayamam. Acı çekme, yaşamımızın koşulu. Başına geldiği zaman fark ediyorsun. Onun gerçek olduğunu anlıyorsun. Tabii ki, tıpkı toplumsal organizmanın yaptığı gibi, hastalıkları iyileştirmek, açlık ve adaletsizliği önlemek doğru bir şey. Ama hiçbir toplum varolmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz, ama Acı'yı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı -gereksiz acıyı- dindirebilir. Gerisi kalır. Kök, gerçek olan. Buradaki herkes acıyı öğrenecek; eğer elli yıl yaşarsak, elli yıldır acıyı biliyor olacağız. En sonunda da öleceğiz. Bu doğuşumuzun koşulu. Yaşamdan korkuyorum! Bazen ben- çok korkuyorum. Herhangi bir mutluluk çok basit gibi geliyor. Yine de her şeyin, bu mutluluk arayışının, bu acı korkusunun tümüyle bir yanlış anlama olup olmadığını merak ediyorum... Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun... içinden geçilebilse, aşılabilse. Arkasında bir şey var. Acı çeken şey benlik; benliğin ise- yok olduğu bir yer var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen."
Reklam
1941 Mart'ının bir akşamında, yazar Virginia Woolf eve sırılsıklam gelir ve intihara teşebbüs eder, fakat başarısız olur. Maalesef, yaşamın yüküne dayanamayan Woolf, birkaç gün sonra, 28 Mart 1941'de intiharı yeniden dener ve bu defa başarılı olur. Ruh sağlığıyla ilgili problemlerinden kaçmak için ölümü seçen Woolf'un cesedi Ouse Nehri'nde bulunur. Yazarın ceketinin cepleri ağır taşlarla doludur... Yazarın bu yürek parçalayan son mektubunu, öldüğü gün eşi Leonard bulur. İşte o mektup: "En sevdiğim, Yine delirecekmişim gibi hissediyorum. Bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum. Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. Bu kadar şeyden sonra iki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlısın ve iyisin. Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa bu sen olurdun. Her şey beni terkedip gitti ama senin iyiliğin hep benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse bizim seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı."
"Duvarlara bakıyordum. Üstündeki dikenli teller ne kadar da amaçsız, diye düşünmüştüm. Buradan kaçmak bir yana, insanın yukarı bakarken bile başı dönüyordu, bir de dikenli tele ne gerek vardı ki. Ama işte tam da o teli gerenlerin düşündüğü gibi, buradaki avlu, bu amaçsız gibi görünen dikenli tellerle ürkütücü olmuştu."
Beni bir gün yakalayacağını bildiğim gerçekten kaçmak ne kadar trajik. Öleceğini bilip hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak. -Kısa hayatlara uzun cümleler kurardık. -Olmadık insanlarla üç kuruşluk sohbetlere oturuyor, tebessüm bile etmeyeceğimiz şeylere kahkaha atıyoruz.
Akşam üzeri dönerken, yolun ilerisinde, çıplak bir taşın üzerinde bir sürü serçe gördüm. Bütün gün bir işe yaramayan çifteyi o tarafa çevirip ateş ettim. Kuşlar pırrr diye dağıldılar. Yalnız bir tanesi kanadından yaralanmış, yerde seke seke kaçmak istiyordu. Koşup onu avucuma aldım. O zaman bir kuşun kalbinin ne kadar hızlı çarptığını anladım. O fındık kadar et parçası, avucumu patlatacak gibi vuruyordu. Gözlerinde şaşkın, fakat müthiş bir korku vardı. Bu bakışlarını görünce, hayvanı yere bıraktığım gibi kaçtım... İşte o akşam sizin bakışlarınız bana, çoktan unuttuğum bu kuşun gözlerini hatırlattı. Kalbinizin de herhalde onun gibi vurulduğunu düşündüm.
Sayfa 111Kitabı okudu
Reklam
İçimde kopan fırtınaları kelimelere döktüğüm zamanlar vardır. Bu yazıları kitaplarım gibi özenle korur ve saklarım. Bu sefer ki yazımı burada muhafaza etmek istedim, burada durmalı. Çünkü buranın görünmez olabildiğim bir yer olduğunu düşünüyorum. Yine görünmez olmak için neler vermezdim dediğim bir andayım. Kimse beni duymasın, görmesin, hissetmesin... Kendi hayal dünyamda kaybolmak istiyorum. binlerce güzel şey yaratabileceğim kendi dilimden konuşabileceğim, koyu renkli dumanlar ve birbirine sanki hiç özgürlüğüne kavuşmak istemiyormuşcasına dolanmış ayakkabı bağcıkları olmadan derin uzayımda kaybolmak istiyorum.. Orda her şey daha güzel, her şey tam da istediğim gibi.. Orada sevdiklerimi kimseyle paylaşmak zorunda değilim orada kaçmak zorunda değilim insanlar için çaba sarfetmem gerekmiyor. orda herkes olduğu gibi.. kimsenin güler yüzlü maskesi yok çünkü herkes zaten güler yüzlü. orada mevsim hep yaz, gökyüzü hep mavi.. Orada her yer portakal çiçeği kokar. Yeryüzü toprak yerine lavanta tarlalarına sarılmıştır benim uçsuz bucaksız okyanusumda. Hayallerim benim kumsalımdır,sığınağımdır,bana açılan en güzel kucaktır.. Ben yalnızken çok daha büyük bir dünyaya sahibim.. O yüzden en çok yalnızlığın kalabalığına karışmayı seviyorum.
Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne alev alev vuran yakıcı güneşin etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu lakin evin yanında akan derenin başındaki iğde ağacının yapraklarının hışırtısı ve kokusu insana huzur veriyordu. Bir müddet ağacın gölgesinde oturdu. Kokuyu içine çekti. Sonra yokuş yukarı yürümeye devam etti… Zeynep’in annesi ile birlikte
Ruhum öz dünyasına kaçmak için gayrette; Yalan dünyaya şimdi inmiş gibi hayrette...
Sayfa 248
'...İçindeki bu karanlıkta, şu aç ateşlilik, benliğinde hep yaşamış olan, varlığını bugün bile el değmemiş durumda koruyan şu yaşama çılgınlığı doğmaktaydı, yalnız_yeniden bulduğu ailesinin ortasında ve çocukluğunun görüntülerinin karşısında_ gençlik çağının geçip gittiği düşüncesini, bu birdenbire korkunç görünen düşünceyi daha bir acılaştırıyordu, tıpkı şu sevdiği kadın gibi, ya evet, tüm yüreğiyle, hem de tüm bedeniyle, büyük bir aşkla sevmişti onu, evet, istek görkemliydi onunla, ergi dakikasında dünya dilsiz bir çığlıkla benliğinden çekildiği zaman yakıcı düzenini yeniden bulurdu, onu güzelliği nedeniyle, bir de kendisine hala genç olduğunu söylemelerini istemediğinden, genç kalmak, her zaman genç kalmak istediğinden ve, o anda bile geçmekte olduğunu bilmesine karşın, zamanın geçebileceğini yadsımasına yol açan şu cömert ve umutsuz yaşama çılgınlığı nedeniyle sevmişti; bir gün, gülerek, ona gençliğinin geçtiğini, günlerin akşama döndüğünü söylediği zaman, hıçkırmaya başlamıştı. 'yok, hayır, hayır, aşkı öyle seviyorum ki, ' demişti gözyaşları içinde, nice açılardan akıllı ve üstünde, belki de gerçekten akıllı ve üstün olduğu için dünyayı bu biçimiyle yadsımaktaydı... ... kaçmak, hiç kimsenin yaşlanmayacağı, ölmeyeceği, güzelliğin ölümsüz, yaşamın her zaman yabanıl ve parıl parıl olacağı bir ülkeye, var olmayan bir ülkeye kaçma istiyordu; dönüşte kollarında ağlıyor ve kendisi onu umutsuzca seviyordu...yani annesini '
Reklam
Fertiği Çekmek; Sultan II. Abdülhamit'in gayretiyle Hicaz demir yolu yapılırken bu iş Almanlara ihale edilmiş ve tabiî şantiyelerin önemli sorumluları, memurları, teknisyen ve şefleri Almanlardan teşekkül etmiştir. Tesisi biten gar ve istasyonlardan işçi nakleden vagonların makinistleri, kondüktör ve makasçıları da Alman olduğundan, eğer vagon bir yerden hareket edecekse önce kampanalar çalar, bütün yolcular bindikten sonra da hareket memuru "Fertig!" diye bağırırmış. Fertig, Türkçe'de "Hazır!" demektir. Alman hareket memurlarının "Fertiiig!" diye uzatarak ünlemelerine uzun süre muhatap olan halk, bundan hoşlanmış olmalı ki giderek trenin kalktığını "fertiği çekti" biçiminde ifade eder olmuş. Daha sonradan ise deyim haline gelerek anlam genişlemesine uğramış ve Türkçeye iyiden iyiye yerleşmiştir? Bu deyimin "savuşmak, kaçmak, uzaklaşmak, geri dönmemek üzere gitmek, ölmek" gibi manaları vardır.
164 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
Üzerindeki yoğun ilgiyi hak eden, güzel bir roman. Sabahattin Ali’nin ruhunun derinliklerinden çıkarıp sayfalara işlediği aşkın ve tutkunun resmi Madonna ile hayat bulmuş. Hayat buldu derken anlatımdaki gerçeklik olgusu tüm yaşanan duyguların sizi sarmasına sebebiyet verir ve sanki yanı başınızda yaşanır gibi etkilenirsiniz. Sabahattin Ali’nin
Kürk Mantolu Madonna
Kürk Mantolu MadonnaSabahattin Ali · Yapı Kredi Yayınları · 2021311,5bin okunma
480 syf.
10/10 puan verdi
Orhan Pamuk, Türkiye’nin uluslar arası piyasadaki en popüler yazarı; bu kesin. Seveni, beğeneni olduğu kadar nefret edeni de hayli fazla. Ben ikisi de değilim. Kafamda Bir Tuhaflık, Pamuk’un son romanı. Benimse okuduğum beşinci Pamuk kitabı. Aralık 2014’te yayımlanan roman epeyce satıyor. Pamuk’un kitaplarının bir özelliği de bence şudur; çok
Kafamda Bir Tuhaflık
Kafamda Bir TuhaflıkOrhan Pamuk · Yapı Kredi Yayınları · 201913,3bin okunma
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.