Öğlen olduğunda kızıl kumların ortasında, düşüncelerimin derinliğindeydim. Nereye gidiyorum ben böyle? diye düşündüm. Hangi yöne gitmekte olduğumu bile bilmiyordum. Manzara sonsuzluğa uzanıyor, kumlar sadece tek tük bir akasya ya da kaktüsle bölünüyordu. Millerce uzağı görebiliyordum. Aç, susuz ve yorgundum, yavaşlayarak yürümeye başladım. Yorgun ve şaşkın bir halde gezinirken yeni hayatımın beni nereye götüreceğini düşünüyordum. Daha sonra ne olacaktı?
Gelincik çiçeği hüzün demekti. Bana göre gelinciğin diğer çiçekler gibi bir albenisi yoktu ya da güller gibi gösterişli değildi, papatyalar gibi güzel kokmuyordu, hatta belirgin bir kokusu bile yoktu. Karanfiller gibi birçok rengi olmazdı, gelincikler çoğu zaman kustuğum kanın rengindeydi. Yıldız çiçekleri gibi gösterişli ve kaktüsler gibi güçlü değildi, gelincik fazla hassas bir çiçekti. Kadife yapraklarına dokunduğunuz an yaprakları yere düşerdi, toprağından kopardığınızda saniyeler içinde solardı. Gelincik çiçeği hüzün demekti, gözyaşlarını akıtan bir hüzün. Hassastı ve kırılmaya müsait ince bir dalın üstünde saklıydı taç yaprakları. En küçük bir rüzgârda bükerdi boynunu, yas tutar ve matemi anlatırdı.
Beni en iyi gelincik çiçeği anlatırdı çünkü çiçek dilinde gelincik, "Beni sevme, yarınım belli değil" demekti.