Ey yetersiz el, ilkimiz, şaşkınlığımız Ağışın ne kadar beyaz Gökyüzün ne kadar anısız kaldığımız Akşamları sarı defterlerin, katalogların Alkolün ve soğuk örtülerin eli olmanın Kansız ve değişik ağrıdığı Yani hiçbir şeyin, öfkenin bile daha birşey olmadığı Ey yetersiz el Ödemenin, sevişmenin, korkunun Soğudukça kararsız Ve çıplak, kara imieri bir stenonun Gibi bir bir döküldüğü, anlamsız Ey yetersiz el Sen nerde eskidinse ordayız Erinç mi, değil mi, ama ordayız Yüzlerin sayılar ve yenilmiş şehirler kadar ağırlaştığı Ve aşkın bakımsız kaldığı, işte ordayız.
olur mu öyle şey
Bir tarihte beni bir kamyon çiğnemişti. Kamyon çarpınca ben kendimi kaybetmişim. Doğrusunu istersen, kamyon çiğnemeden çok önceleri de ben kendimi kaybetmiştim ya... Her neyse, on tonluk koca kamyon çiğnemiş de, ne dersin, bir damla kanım akmamış yahu... Beni ertesi günü sokak ortasından hastaneye kaldırmışlar. Muayene eden doktor,“Çok acele ameliyat edilecek!”deyince, annem iki gözü iki çeşme ağlayarak doktora“Aman oğlum”demiş,“Madem ameliyat edeceksiniz, hazır etmişken oğlumun fıtığı ile apantisiti vardır, onları da alıverin de sevaba girin...”demiş. Doktor, beni ameliyat masasına yatırtıp başlamış kesip biçmeye. Doktor kesermiş, kesermiş, benden hiç kan akmıyor... “Demek kanın kurumuş.” “Yok kardeşim, kan nerde ki kurusun? insanın kanı kurudu mu, rakı içersin, o zaman sulanır...” “Öyleyse senin kanın bozuk.” “Daha ne diyor... Yahu kan yok ki bozuk olsun...” “Atma be... Kansız adam yaşar mı?” “Doktorlar da buna şaşmışlar ya... Ameliyat eden doktor,‘İyi ki kanı yokmuş...’demiş Kanım olsaymış, kamyon beni ezince aka aka kan kalmaz ölürmüşüm. Kan yok ki bende ne akacak?” “İnanmayın, atıyor... Kansız adam olur mu hiç?” “Olmaz elbet. Herkesin kanı kırmızı değil mi, benimki beyazmış. Hani sarı karpuzlar gibi. Kimi karpuzun da içi sarı çıkar ya, işte öyle.” “Olur mu öyle şey be...”
Reklam
Zehirli sineklerden yorgun düştüğünü görüyorum, bedenindeki yüzlerce çizikten kanlar aktığını görüyorum; ve tüm bunlar karşısında gururun öfkeye bile kapılmıyor. Kan istiyorlar senden tüm masumiyetleriyle, kana susamış onların kansız ruhları -bu yüzden sokuyorlar tüm masumiyetleriyle.
Hiç kimseyle konuşmamak, konuşmayı, iletişimi, görüşmeyi istememek. Hiç kimseyle tanismamak, tanışmayı istememek. Hiç kimseyle sohbete, kahveye, seyahate, muhabbete meyilli olmamak... Bahaneler bulmak, köşelere çekilmek, susmak... Her şeyden uzaklaşmak.. insanlardan, gürültüden, gürültülü hayatlardan... kaçmak. Kimse tarafından görülmemek, keşfedilmemek için parmak uçlarında, sessizce dolaşmak.. Ne dert anlatmak, ne derman aramak.. Ne dert dinlemek ne de derman olmak.. Ne üzülmek ne mutlu olmak.. Hevessiz... isteksiz.. zevksiz.. Şekersiz kahve, tatsız reçel, tuzsuz çorba.. Rengi gitmiş kazak Yaprakları sararmış orkide Sesi kısılmış radyo İçimdeki ölmüş bir çocuk.. Kansız bir ihtilal.. Kendine devrilmiş bir ruh.. Bilmem anlatabildim mi...
“Bu diri diri gömülüp de, tabutunun içinde kalan son hava zerreciklerini yakalamak istercesine göğsünü tırmalamak gibi veya yakılan bir kâfirin alevin dilleri bacaklarını ilk yaladığında inlemesi, debelenmesi gibi bir his olsa gerek. Kansız, yavaş bir ölüm...”
ŞAİR VE GECE
Namlu ucu, mağara ağzı, aysız gece Çekme gözlerini karanlığına alışan gözlerimden öteye. Ötede aydınlık caddeler var. Kendimi bilirim şaşırıp kaybolurum. Agoralar, pazarlar, hayasız gece. Çekme ellerini kalabalığına alışan yalnızlığımdan öteye Ötede perdesiz evler var. Kendimi bilirim kapılıp giderim. Kapı duvar, kör kilit, ziyasız gece.
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.