Bu aralar, hep ertelediğim kitapları okudukça, pişmanlık mı yoksa mutluluk mu daha ağır basıyor bilemiyorum. Daha önce bilip de niye okumadım diye üzülürken, okudun işte, hâlâ okumamış da olabilirdin deyip mutlu oluyorum.
Ben nasıl okumayı hep erteledimse, Peyami Safa da o bilinen psikolojik romanlarını yazmayı ertelemiş. Bildiğim, geçen yıl bir Nazım tiyatrosunda yine denk geldiğim, o ertelemenin bitişi anı ile başlayayım yoruma. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Peyami Safa iyi arkadaştırlar. Aralarında konuşurken Safa'nın kol ağrısı başlar. Diğer arkadaşları kızar ona, doktora gidip buna çare bulmuyor diye. Safa, kol veremi, der bu, geçmez. Çocukluğundan beri çektiklerini, hastane ziyaretlerini, yaşadıklarını anlatır. Nazım, neden bunları yazmıyorsun deyip arkadaşını cesaretlendirir. Sonrasını biliyorsunuz.
Kısa bir roman olsa da Dokuzuncu Hariciye Koğuşu etkileyici bir eser. Dizindeki ağrılarla çocukluğundan beri boğuşan bir gencin hem dizindeki hem gönlündeki ya da başka bir deyişle hem bedenindeki hem de ruhundaki ızdıraplarla mücadelesi. Tanpınar boşuna dememiş 'acının ve ızdırabın romanı' diye. Her sayfasında, her cümlesinde, sizi esir alıp o acı ve ızdırabın içine atan ve onla karan bir eser. O hastane koridorlarında, hastaların arasında siz de boğuluyorsunuz okudukça. Ruhunuz acıyor. İlk aşkın acısına mı vücudun sızısına mı teslim olacağınızı bilemeyip heyecanla sayfaları okuyorsunuz.
Yapmayın. Benim gibi bekletmeyin. Gerçi karar verdikten sonra biraz da biz beklettik ama okumak için fırsat yaratan, birlikte okuduğumuz çok teşekkürler. Bu psikoloji burda bitmez, Safa daha okunur. Kitapla, Sağlıcakla.