Parlak bir güneş ışığı doldu içeri. Gözleri acıdı, “bu da ne”, diye söylendi. Dışarı çıktı. Bir kelebek kalktı kapının önündeki dağ lâlesinin üzerinden. “Ne hoş çiçek” diye düşündü ve “ve ne hoş bir uçuş, acaba isimleri ne?” Fakat zihnini ne kadar zorladıysa da ne dağ lâlesini tanıyabildi, ne de kelebeği. “Bunlar” dedi “mutlaka öğrendiğim kelimeler arasında yoktular.”
Fakat akşama kadar yol boyunca gezinip de hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi tanıyamayınca. Hele akşam olup da üzerindeki lâcivert ve sonsuz boşlukta asılı duran ışık toplarını hayranlıkla seyredince. Bir portakal dilimine benzeyen aydınlığı anlamaya çalışınca içtenlikle. Ve hiçbirisinin ismini bir türlü bilemeyince. İçi acıdı. “Yazık”, dedi “kelimelerle hayat uymuyor demek birbirine. Kim bilir bunlardan her birine ad olan kelimeyi kaç kez öğrendim, kaç kez geçirdim defterime. Kim bilir kelebek bunlardan hangisidir, hangisidir dağ lâlesi, hangisi yıldızdır ve hangisidir adı hilâl olan?”
"İnsan krepon kağıdından kanatlar takınca kelebek olduğuna inanır. Koyun postunda koyun, kurt postunda kurt... Ülkü de giydirilebilir üstünüze ve Etlik tepeleri dağ görünür gözünüze."
Bir sonbahar günüydü, hava matem kokusuna bürünürken
Gölün buz gibi soğukluğu çekti içine narin bedeni
İncecik, parıltılı saçlarıyla, o güzel yüze nasıl kıydın ey kara göl!
Düşünmedin mi hiç arkasından bir bir eriyen yürekleri?
Şimdi dağ gibi baban hangi köşede dökerdi göz yaşını?
Ya annen hangi taşı basardı bağrına?
Hangi çocuk hangi
Hobbitler bir sabah uyandıklarında, Bilbo'nun ön kapısının
güneyindeki büyük çayırın çadırlar için kullanılan ipler ve direklerle
dolu olduğunu gördüler. Yola doğru inen eğime özel bir giriş bölümü
kesilip açılmış, buraya geniş basamaklar ve büyük beyaz bir kapı yapılmıştı.
Çayırın yanında bulunan Çıkınsaçması Sırakovukları'ndaki
üç aile
Madem geldin, uğradın yanıma
yaslan, kavruk gövdem bu.
Yaşım kaç mı? Saymadım ki,
ya da unutmuşum, bağışla.
Bu: bir boşluk: içimde
Yaşamak izi de denir,
Sanki, nice kelebek tozu, içinde.
İnsan krepon kağıdından kanatlar takınca kelebek olduğuna inanır. Koyun postunda koyun, kurt postunda kurt... Ülkü de giydirilebilir üstünüze ve Etlik tepeleri dağ görünür gözünüze.
Düşümde, bütün hayata sırt çevirmiştim. Gece bekçisi olmuşum, ölümün o ıssız dağ kalesinde. Tabutları beklermişim orada. Ölümün zafer simgeleriyle dolu hep, küflü kemerler. Hayat cam tabutlar içinde bakıyor bana. Tozlu sonrasızlıkların kokusu geliyor burnuma. Canım sıkkın ve tozlu... Orada kim canını havalandırabilir ki!
Gece yarısı parlaklığı,
Madem geldin, uğradın yanıma
yaslan, kavruk gövdem bu.
Yaşım kaç mı? Saymadım ki,
ya da unutmuşum, bağışla.
Bu: bir boşluk: içimde
Yaşamak izi de denir,
Sanki, nice kelebek tozu, içinde.
Gönüllü dilenci henüz uzaklaşmış ve Zerdüşt yeniden yalnız kalmıştı ki, arkasından yeni bir sesin
geldiğini duydu: “Dur! Zerdüşt! Beklesene! Benim, ey Zerdüşt, ben, senin gölgen!” Ancak Zerdüşt beklemedi; ansızın bir sıkıntı çökmüştü içine dağındaki bu kalabalık ve izdiham yüzünden. “Nereye gitti benim yalnızlığım?” diye konuştu.
“Sahiden fazla
Annemin sessiz geceleri için!
Kaşan şehrindenim
Fena sayılmaz halim,
Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım,
İğne ucu kadar da zevkim.
Annem var, ağaç yaprağından daha güzel,
Dostlar, akan sudan daha iyi
'Melek ve Değerli Ablası'na - demişti bir dost ve ekleyerek ardına:
Bir sonbahar günüydü, hava matem kokusuna bürünürken
Gölün buz gibi soğukluğu çekti içine narin bedeni
İncecik, parıltılı saçlarıyla, o güzel yüze nasıl kıydın ey kara göl!
Düşünmedin mi hiç arkasından bir bir eriyen yürekleri?
Şimdi dağ gibi baban hangi köşede dökerdi göz
* Annemin sessiz geceleri için! *
Kaşan şehrindenim
Fena sayılmaz halim,
Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım,
İğne ucu kadar da zevkim.
Annem var, ağaç yaprağından daha güzel,
Dostlar, akan sudan daha iyi