Kaçıp kurtulmak, özgürlüğe kavuşmuş olmak ne hoş! Ne kadar temiz, ne kadar güzel buradaki hava! Ne rahat solunabiliyor! Kaçıp geldiğim yerde her şey merhem kokuyordu, baharat, şarap kokuyor, bolluk, fazlalık kokuyor, miskinlik kokuyordu. Zenginlerin, boğazına, zevkine düşkün insanların, kumarbazların bu dünyasından ne kadar nefret etmiştim! Bu korkunç dünyada o kadar uzun zaman kaldığım için kendime ne kadar kin beslemiştim! Nasıl kendimden nefret etmiş, kendimi yağmalamış, zehirlemiş, kendime işkence etmiş, kendimi yaşlı ve kötü yürekli biri haline getirmiştim!
Burası… Onunla ilk bağ kurduğum yerdi. Ama şimdi düşünüyorum da, gerçekten onunla mı bağ kurmuştum, yoksa bir kitapla mı, bir resimle mi? Hâlâ tam olarak bilmiyorum. Bildiğim tek şey; içimdeki evin darmadağın olduğuydu.
Bedenim buradaydı ama ruhum, çok derinlerde bir yerlerde sürüklenip duruyordu. Aylarca, belki bir-iki yıl boyunca, kulaklıklar kulağımda, sokaklarda gezindim. Kendimi gözlemlemek için defalarca yüzümü kaydettim kameraya. Her seferinde gördüğüm şey aynıydı: Kaybolmuş bir insan.
Yanımda oturanlar bana ulaşamıyordu. Sesimi duymuyorlardı, gözümdeki o boşluğu, yüzümdeki çöküntüyü fark etmiyorlardı. Belki de tam da o an kırıldığımı hissettim.
Peki anlatsaydım ne olurdu? Yaşadıklarımı hissedebilirler miydi? Sanmıyorum.
Geri dönüşüm kolay olmadı. “Üzülme ama yok gibiydin,” dediler. “Yanımızdaydın ama sanki hiç burada değildin.” Evet, belki de ben de bunu fark ettim. Ve o anda içimden bir cümle geçti:
“Bana yardım elini, kendimden başka kimse uzatmazmış.”
Şimdi soruyorum kendime:
Bir ressamın fırçasını mı aldım elime, yoksa bir yazarın kalemini mi? Belki de ikisini de yapmadım.
Belki sadece hissettim. Hissedildim.
Ve hissettiklerime ortak olan düşünceler, bana ev oldu.
Zor bela bir duvara astırdığım üç kuş vardı içinde — onlarla uyuyup, onlarla uyanıyordum.
Tutunacak bir şeyim kalmadığında bile,
o resimler hâlâ oradaydı. Bir nevi kendime aitliğimi hatırlatan sessiz tanıklardı.
Sonra bir sabah, üç kuş canlandı birden.
Başımın üstüne kondu.