Babam "Ben seni Elmalılı Hamdi Efendi'ye götüreyim" dedi, beni de aldı, beraber gittik. Benderli hocamın aşıladığı divan edebiyatı sevgisi bende Farsçaya karşı da ilgi uyandırmıştı. Elmalılı, Fatih'teki evinde dostane karşıladı bizi, karşısına oturttu. Ne istediğimizi sordu. Turan Güneş ilâhiyat okumak istediğini söyleyince, "Bu işi kendi başıma yapmak mecburiyetindesin" dedi ve Arapça öğrenmesini tavsiye etti. Bu konuda bazı değerli şahsiyetleri tavsiye edebileceğini, kendisinin de yardımcı olabileceğini söyledi. Sonra bana döndü. Onuncu sınıfa geçtiğim yıl Elmalılı tefsirinin, yani Hak Dini Kur'an Dili'nin ilk iki cildini okumuş, üstadın inanılmaz derinlikteki bilgisine hayran olmuştum. Bunun için karşısında müthiş bir saygı hissiyle oturuyordum. "Farsça öğrenmek istiyorum, ama bilmem ki başarabilir miyim?" dedim. O yumuşak insanın gözünde şimşekler çaktı: "Ne demek yapabilir miyim?" dedi, "Napolyon'u Almancadan okudum. Rusya Seferi'ne çıkmadan kırk gün önce Rusça öğrenmeye karar verdiğini ve kırk günde konuşur hâle geldiğini öğrenince, ben niçin yapamayayım dedim. Kırk gün Fransızcaya çalıştım ve Bergson'u okumaya başladım." O eski adamlardaki müthiş irade, inanılmaz bir şeydir.
Hafızamda bazı ses kayıtları da var. Mesela Bursalı hanımlar aralarında zaman zaman şöyle konuşurlardı: "Bey diyor ki, "Şu bizim evin çivit rengi artık benim canımı sıkmaya başladı hanım. Bu sokakta, şu bey filanca sarıyı koydu. O sarının yanında bizim çivit rengi iyi düşmüyor, onu kaldıralım da beyaza boyayalım' diyor. Ben de diyorum ki, 'Eğer evin dışını beyaza boyarsak o zaman içini ne yapacağız?' Öbür hanım 'Ama sizin sokakta şuraya ışık düşer, o ışık o kadar güzeldir ki, mavi renkle beraber, beyaza boyarsanız kaybolacak."