Dünyanın hiçbir yerinde Diyarbakır karpuzu büyüklüğünde karpuz elde edilmiyor. Niçin Diyarbakırda da başka yerde değil? Bu bir sır mı? Yok böyle bir şey. Burada kime sorarsan sor, karpuzcu olsun olmasın, bu karpuzların nasıl ekildiğini size söyleyiveriyor.
Biri şöyle anlattı, ama bu karpuzcu. İnce kuru yüzlü, yanağında şark çıbanı izi olan.
‘’Gardaş,’’dedi,‘’ karpuz ekilecek kumluk iki türlüdür. Birincisi suyun işgal edip de, yazın çekildiği yer. Buna kılıç derler. Ötekide asıl Dicle kenarları. Karpuz kılıç denilen yerde daha iyi olur. Karpuz ekilecek yer dümdüz çakıllı olmalıdır. Ama ufak çakıllı. Burası iki kürek boyu uzunluğunda, yani bir buçuk metre, iki kürek ağzı genişliğinde, yani yarım metre su çıkıncaya kadar kazılır. Kazılan yere kuyu derler. Kuyunun, biri başucunda, biri ayak ucunda iki yastık bırakılır. Yani bu yastıklar su çıkmamış topraktır. Yastıklara üçer tane fide dikilir. Ekildiğinin ikinci gününde yanmış, yani eski hayvan gübresiyle gübrelenir. Bir hafta sonrada hayvan ve güvercin gübresi kumlu mille karıştırılarak verilir. Bu zaman içinde kuyunun içindeki su kurumuştur. Birkaç sefer daha gübre verilir. Tamam. Kırk günü say. Karpuz olmuştur. Dağ gibi. İnan beğim senin kadar olmuştur. Aha böyle böyle.’’
Genel olarak yazarı pek sevmemekle birlikte bu kitabı yıllar önce okumuş ve çok beğenmiştim. "Gerçek aşk kılıç yarası gibidir, yara kapansa de izi mutlaka kalır." cümlesi yıllardır aklımın bir kenarında durur. Devam niteliğinde olan İsyan Günlerinde Aşk için de aynı şeyler söylenebilir.