Bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş... Eski günlerde yeryüzünün bir ülkesinde hiçbişey yokmuş. Hiçbişeyi olmayan bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın da bir hazinesi varmış. Bu hazinede o ulusun en değerli bir emaneti korunurmuş. Atalardan kalan bu emanetle o ulus övünürmüş. "Hiçbişeyimiz yoksa da, atalarımızdan bize böyle bir
Raymalı-aga kendi zamanında çok tanınmış bir cırav (yırcı), bir ozan idi. Daha küçük yaşta ün kazanmıştı. Tanrı vergisi bir yetenek ve kişiliğinin üç güzel özelliği sayesinde bozkırın en ünlü yırcısı, âşık ozanı olmuştu: Güftesini kendi yazar, bestesini kendi yapar ve güzel sesiyle bunları hem çalar, hem söylerdi. Dinleyenler ona hayran
Öyle zaif kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni
(Onun ayrılığı ile vücudumu öyle zayıf bir hale getir ki Meltem estiği zaman beni ona ulaştırması mümkün olsun) FUZÛLÎ
Evet, hayat tuhaf bir şey, diye düşündü ve masmavi gökyüzüne baktı. Her yeni gün yeni şeyler getiriyordu. Hayat bu harika mavilikteki gökyüzü gibiydi. İnsan ne zaman havanın kararıp karın yağacağını bilemiyordu. Onun için her güzel anın tadını çıkarmak gerekiyordu. Yarın çok geç ola bilirdi. Bunu bir mezarcıdan daha iyi kim bilebilirdi ki?