Başak Sayan'ın kendine has bir uslübü vardır. Bazı kelimeleri ve cümleleri roman boyu sürekli tekrarlar. Roman sonununda aklınızda kalan ne kişiler, ne olaylardır. Aslında anlatılmak istenenler tekrarlanan cümlelerin içine saklanmıştır. Okuyucusuna vermek istediği mesaj bu cümlelerde saklıdır. Nigahtar'da Başak Sayan bu bahsettiğim tekrarları sıkca kullanmış.
Benim için kitabın vermek istediği mesaj bu cümlelerde saklı. ''Gördüğün, duyduğun, deneyimlediğin herşey illüzyondur. Dinler, öğretiler, sözler de öyle. Tek gerçek senin içindedir. Sen ne doğdun ne de öleceksin. Bu beden de sen değilsin. Ne zaman saf bilinç olduğunu idrak edersen dünyayı gerçek haliyle görmeye başlarsın''
Öncelikle söylemeliyim ki Livaneli'nin en sevdiğim kitabı oldu. Süprizli şaşırtan kitapları sevdiğimden midir bilemem ama sonu tam istediğim gibiydi.
Kitabın konusuna gelirsek Küçük bir yer olan Podima'da işlenen bir cinayet sonucu oluşan olaylar bunun üzerine kasabaya gelen gazeteci kız ile Baş karakter Ahmet'in yaşadıkları. Ahmet'in hikayeleri. Hikayelerden de büyük keyif aldım. Her Livaneli kitabı gibi zengin bir kitaptı. Sonu beklenmedik şekilde bitti. Çok ipucu vermek istemiyorum aslında. Keyifle okuyacaksınız
Öncelikle şunu söylemeliyim Kitabın sonunda içinizi uzun süre geçmeyecek bir HUZURSUZLUK kaplıyor.
Kitabın özeti; İstanbul'da gazetecilik yapan İbrahim'in arkadaşı Hüseyin'in ölümü ile ilgili araştırma yapmak için memleketi Mardin'e gelişi, Öğrendikleri karşısında iç dünyasında yaşadıkları, izlediği yol anlatılıyor.
Asıl konu ise dini inançlarından dolayı zulüm gören insanlar. IŞİD'in karartığı hayatlar. Başka bir ülkeye sığınmacı olarak kaçan kadınlar başlarına gelen onca şey. Küçücük kızların satılması, daha bir sürü şey.
Zilan'ın anlattıklarını okurken gözyaşlarıma hakim olamadım. Halime şükrederken kendimden utandım. Kitap beni hem çok üzdü hemde empati duygularımı kabarttı. Burnumuzun dibinde yaşanan onca karanlık hayat ile ilgili aydınlanmaydı bu kitap. HUZURSUZLUK'ta bizim payımıza düşen kısımdı.
HuzursuzlukZülfü Livaneli · Doğan Kitap · 201799,2bin okunma
“Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin hırs,haris,ihtiras,muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım. Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeniyle karışınca bu, devenin çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim hırs,ihtiras,Haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Orta Doğunun adeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur”
Leyla'nın Evi bir yanıyla da ''ev'' üstüne bir roman. ''Çünkü imparatorluk yıkılırken bütün Osmanlı tebaası acı çekti ve herkes birbirinin evine yerleşti''
Aslında kitabın tüm özeti bu. Keyifle okuyacaksınız
Leyla'nın EviZülfü Livaneli · Doğan Kitap · 201728,3bin okunma
Livaneli'nin okuduğum ikinci kitabıydı. Bu kitabını çok ayrı bir keyifle okudum hiç sıkılmadım. Özellikle farklı hayatlar farklı kültürler seven bunları okumaktan keyif alan kişilere kitabın ayrı bir tat vereceğini düşüyorum.
Gelelim kitabın içeriğine; Konstantiniyye Otelinin Açılış Davetindeki Tüm herkesin Hikayesi var kitapta. Aklınıza gelebilecek herkesi anlatmış. Bununla kalmamış Geçmişte İstanbulda yaşamış İnsanları, Hayvanları ve Organları da konuşturmuş. Kitabın çok fazla kalabağı var ama Livaneli bu kalabalıkta öyle bir sadelik yakalamış ki insan okurken anlatılanları yaşıyor. Okurken öğreneceğinizi, keyif alacağınızı ve aydınlanacağınızı düşüyorum. İlgilenenlere duyurulur