Ağırlık, hafiflik, var olmak... Sadakatizlik, hayvan sevgisi, hesaplaşmalar, yaralara tuz basmalar, kalabalıklar içinde yalnızlaşmalar... Dokunmak, kendine, hayata, dünyaya dokunmak... İçini dökmek hatta dökememek ve kırık dökük o yola devam etmek..
aslında varolmanın dayanılmaz hafifliğini arınmışlığa bağlamak, herkes ve her şeyden bir arınmışlık işte.
Her şeyiyle düşündüren ve yazarın hayatına bakınca aslında hayatıyla özdeşleştirip bizi bunlarla yüzleştiren aslında içimize yönelten bir kitap.
Didaktizm meyilli aynı zamanda hüzün içinde doğruyu, yanlışı biricik olan hayatımızda bu seçimlerin etkilerini gösteriyor.
Yer yer üzülsem yer yer gülsem de en çok içimi burkan Tereza’nın aslında güçsüz görünmüşken bunca şeye rağmen kalması onu benim gözümde en güçlü karakter yaptı. Canım Tereza..
(Konuya çok değinmeden spoiler vermeden yazıyorum) İsmine nazır dayanılmaz hafifliği arar kişi aslında en büyük ağırlıkları taşıyarak
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin Çekoslovakya’yı işgali üzerinde dört ana karakterin yaşamına sunan bir kitap.
Kitaba kabaca bakıldığında: dört karakter, cinsellik, savaş, aşk görebilirsiniz ama bunun çok daha ötesi aslında harika betimlemeler harika akıcılık harika üslup.. böylesine bir kitabın incelemesini nasıl yaptım bilmiyorum ama ne desem de az kalır ki bunu okumadan bilemezsiniz. Son olarak sinemaya uyarlanmış ama filmiyle pek bağdaştıramadım film kesik kesik ve kitaba göre daha basit kalmış gibi her neyse kesinlikle ufkunuzu açacak ve sizi geliştirecek bir kitap olacaktır. İyi okumalar :)
"Demişti ki şifacı kadın: Bir gün hayatının içine işleyen desenleri karardığında ve renkleri solduğunda, içindeki her şey dışarı çıkmak ister gibi seni sıktığında; bir bahar mevsimi toprağa hafifçe düşen yağmuru seyret, ölümü değil, dünyanın bir yerinde yeniden ve yeniden doğan yaşamı hatırla . Ve bir de bu sözlerimi."
Merhaba
Yalnızlığımla ne kadar da mutluyum kaç zamandır. Allah uzun soluklu kılsın hiç sırtını dönmez bana, bırakmaz beni. O da olmasa düşünmek bile istemiyorum :) amanın Allah muhafaza. Hele gün bitip de gecenin karanlığı ve çaresiz sessizliği bastırınca hemencecik gelir sokulur yanıma. Bir kere bile tek başına gelmez; heybesinde hüznü, karamsarlığı
Yazar bir psikiyatri doktoru,
Ve bu olay gerçek bir öyküden esinlenmiş... İsimler ve mekan değiştirilmiş ama kurgu,
Bir gerçeğe dayanıyor...
Kadın bir doktorun bir erkek etrafında ki tüm, Parametreleri inceleyip ortaya döktüğü bir Roman. Yazım dili sade anlaşılır.
Tıp terimlerinden olabildiğince uzak durulmuş Ve daha çok işin psikoterapi yönü,
Genelde bu saatlerde bir şey yapmam. Aslında yıllardır bir şey yapmıyorum. Düzenli olarak yaptığım tek şey öldürmek. Her yıl, her ay, her hafta, her gün, her saat, her dakika, her saniye bıkmadan usanmadan bir çocuk masumiyeti ile koşturan zamanı öldürüyorum. Öldürülen her an ruhuma atılan bir çentik, melun bir adam olarak ancak bu şekilde
"Yaşamak değil beni bu telaş öldürecek” demesi gibi şairin, bitmek tükenmek bilmeyen bir koşuşturma içinde yaşıyoruz, ya da yaşadığımızı sanıyoruz. Bu telaş içinde kitaplar çok zaman sığınağımız oluyor. Ruhu ruhumuza eş bir yazar bulduk mu sahipleniveriyoruz. “O da benim gibi yaşamış, o da benim gibi savrulmuş, onun da kırgınlıkları,
Aşk İşaretleri, kelime yığınlarının altında kalmış bir olay örgüsüne sahip. Bu nedenle dikkatle okunmalı. Sözcükleri elinizle araladıktan sonra can çekişmekte olan bir masumiyete rastlayacaksınız. Şiirsel bir çırpınışa...
Eser o kadar özel ki sadece alıntılarla bir baş dönmesi yaratmak mümkün. Ama bir kere sözcükleri kaldırıp altına
Değerli sanatçı Kayahan’ın şu meşhur şarkısını bilirsiniz: “Bizimkisi bir aşk hikayesi / Siyah beyaz film gibi biraz / Gözyaşı umut ve ihtiras / Bizimkisi alev gibi biraz.”
Ne de güzel anlatır kırık-dökük, harap olmuş, darbe almış aşkları değil mi? Öylesine hisli, öylesine bitik ve öylesine incinmiş bir aşk… Tıpkı Derya ve Ekmel Bey de olduğu
Amerika' da dünyaya gelen ve orada ikamet eden yazarımız ABD Eyalet Üniversitesi'nde Psikoloji ve Danışmanlık alanında doktorasını yapmıştır. Bosna Hersek Savaşı sırasında savaşta zarar gören çocuklara psikolojik destek amaçlı bir araya gelen grubun liderliğini üstlenen Şekur, tasavvufla sonradan tanışmıştır. Gölgeler Koridoru ve Su
Aşk mıydı o, aşkımsı bir şey miydi
Neydi çekip kendine, beni bağlayan
Kanatan dudağımı, tenimi dağlayan
Elleri ta içimde o dev miydi
Etime bir alev değmişçesine
Nasıl da yakardı öptüğü zaman
Bir su gibi akıp gitti avuçlarımdan
Yorgunum şimdi bin yıl sevmişçesine..
Oydu işte alıştığım, özlediğim şimdi de
Sevgice bir tutku, aşkımsı bir yakınlık
Avunmak... Kırık dökük anılarla artık
Kimbilir? o geceler yaşanmadı belki de...
Bir antika dükkanına girmiştim sanki kitabı okurken. Her karakter bana hikayesi olan görkemli ama eski, parlak ama kırık dökük eşyaları hatırlattı. Mesela Aziz Bey eski arabesk bir plak, Maryam dışı karanfillerle süslü ama içi çatlaklarla dolu porselen vazo, Semavi Bey ahşaptan yapılmış antika bir duvar saati oğlu ise korkuları yüzünden camdan yapılmış bir şamdan. Tüm bu karakterlerin ortak noktası sonunda korktukları ya da nefret ettikleri şeye dönüşmeleriydi. Hikayelerin alt metinlerinde ebeveyn-çocuk ilişkisinin insanın yaşamında ne kadar etkili olduğunu anlatıyor aslında.
Sevilmek yanılgısına düşmüş insanların hikayeleri, sevilmek için sevenlerin ve sırf bu yüzden sevilmeyen insanların hikayeleri. Boş gururunun, iflah olmaz tutkularının kurbanı insanların, hep korktuğunu yaşayan, kazdığı kuyunun dibine düşen insanların hikayeler. Bu hikayelerin kurbanı olan insanlar mesela Vuslat. Aziz Bey’in gururunun kurbanı. Aziz Bey dik başlı, gururlu ve ketum bir insan olmakla birlikte karşılıksız bir aşkı ömrünü feda edebilecek denli aşk adamıydı. Hani hiç kullanmadığımız bir eşyamız hep gözümüzün önündedir ama onu yerinde görmediğimizde de eksikliğini hissederiz Vuslat da Aziz Bey için öyleydi. Boşluğunu yalnız kaldığında anladığı kadındı. Yaşam hep böyledir. Yanılgılar örgüsüdür. Bir gün uyanırsınız ve yanıldığınızı anlarsınız ama her şey için çok geçtir.