Kimsenin kalbi kırılmasın diye uğraştığından en çok kendini kırıyor insan ve dönüp baktığında aslında kendinden başkası yok etrafında... İnsan yalnız doğar ve yalnız yaşar, yalnızlık öğrenilecek bir şey değil ama öğretilen bir şey.
Çocukluğundan söz ederken, eskiden hayatın bu kadar hızlı değişmediğini söylüyordu. O zamanlar, diyordu , yenilikler yavaş gelirdi. Hayatımıza alıştıra alıştıra dahil olurdu. Yenilikler bizi heyecanlandırır, ama şaşırtmazdı. Ertesi gün neyle karşılaşacağımızı bilirdik. Şimdi öyle mi? Yenilikler süratle geliyor, yine aynı süratle gidiyor. Eskimeye olanak bulamadan hayatımızdan siliniyor. Ardında ne iz ne anı bırakıyor. Biz bir yeniliğe ayak uyduramadan, yerini bir diğeri alıyor. Oysa insanın bir sınırı var. Kaplumbağadan hızlı yürür, tavşandan yavaş koşarız. Zihnimizin ve duygularımızın da sınırı var. Geleneklerin önünde gider, yeniliklerin ardında kalırız. Bu dengeyi zorlayan değişim, içimizdeki teraziyi kırıyor.
FİLİZ ŞAHİN YAZDI...
~~~~~~~~EFELYA~~~~~~~
Onu ilk çıktığı günlerde alıp bitmesin diye çok yavaş okuduğumu itiraf etmeliyim. Şöyle ki; kahramanlar İtalya'ya gidene kadar kitap inanılmaz bir atmosferde okuru büyük bir heyecanla sürüklüyor.Yazarın dile hakimiyeti özellikle uzun cümlelerde daha net görülüyor. Şöyle ki; uzun cümlelerde
Eski çağ köleliğinin kederli simgesi İsa gibi, proleteryanin erkekleri, kadınları, çocukları bir asırdır İsa'nin çarmıha gerildiği ıstırabın acımasız tepesine güç bela tırmanıyorlar. Bir asırdır zorla çalıştırılmak kemiklerini kırıyor, tenlerini öldürüyor, sinirlerini kerpeten gibi sıkıyor ; bir asırdır açlık iç organlarını büzüyor ve akıllarında sanrilar uyandırıyor!... Ey Tembellik, uzun süren sefaletimize acı! Ey tembellik, sanatın ve soylu erdemlerin anası, insan kaygılarına merhem ol!
Dersim’de sel gibi kan akıyordu artık. «Türkiye Cumhuriyeti’nin kahredici orduları» kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere onbinlerce Kürt’ü kırıyor Munzur’u ve Fırat’ı kızıl kana boyuyordu.
Annem, kentin akışına yetişemiyor, çok çalışmaktan yorgun düşüyordu. Çocukluğundan söz ederken, eskiden hayatın bu kadar hızlı değişmediğini söylüyordu. O zamanlar, diyordu, yenilikler yavaş gelirdi. Hayatımıza alıştıra alıştıra dâhil olurdu. Yenilikler bizi heyecanlandırır, ama şaşırtmazdı. Ertesi gün neyle karşılaşacağımızı bilirdik. Şimdi öyle mi? Yenilikler süratle geliyor, yine aynı süratle gidiyor. Eskimeye olanak bulamadan hayatımızdan siliniyor. Ardında ne iz ne anı bırakıyor. Biz bir yeniliğe ayak uyduramadan, yerini bir diğeri alıyor. Oysa insanın bir sınırı var. Kaplumbağadan hızlı yürür, tavşandan yavaş koşarız. Zihnimizin ve duygularımızın da sınırı var. Geleneklerin önünde gider, yeniliklerin ardında kalırız. Bu dengeyi zorlayan değişim, içimizdeki teraziyi kırıyor. Yeni, eskinin devamı olamıyor, çünkü eski yok. Her şey atığa dönüşüyor. Süreklilik unutuluyor. Bağlanmak, değerini yitiriyor.
Sonra bir an geliyor, herkes birbirini kırıyor. Anlaşılmamaktan yakınıyor herkes. Herkes kendi kendine konuşuyor. Kimse diğerini dinlemiyor. Niye dinlesin ki, cevaplar biliniyor; sorular biliniyor. Yinelendikçe anlam bulanıyor.