Geçende bir mezar gördüm. Yekpâre bir mezar kapağı. Küçücük! Belli ki altında bir çocuk yatıyor. Nasıl, bilsen, gidip kucaklamak, öpmek geldi içimden. Oturdum, okşadım, sevdim taşı. Belli, yapan adam aşk ü şevk ile çalışıp yapmış, kendinden çok şey katmış taşa. Kim bilir hangi sevilerle vardı o ustalığa. Öyle bir yalnızlığı var ki Leyla, binlerce mezarın içinde, irili ufaklı, çiçekli, parmaklıklı mezarların arasında, “ben buradayım” diyor adeta. Bir ara çalarlar diye korktum da! Ha, baktım yanımda bir köylü türedi, merhabalaştık, mezara tutulduğumu hissetmiş olacak; “çocuk” dedi. “Ne kadar çok seviyormuş yahu” dedi. Seven kim? Babası mı, anası mı, taşçı ustası mı anlayamadım. Ama o güzellik köylüyü de çarpmıştı. Bense anlamaz sanmıştım! Kimse bunu yapan, büyük bir hayat yaşamış bence. Kıskandım onu. Edison’u, Bedrettin’i, Spartaküs’ü kıskandığım gibi kıskandım. Yüzde yüz yaşamak dediğim bu, canım… Tabii kıskandığım, onların ne eserleri ne de kendileri! Klasik deyimle, ruhlarını kıskanıyorum. Yaşamaya, haysiyetli bir anlam kazandıran çabalarını…