Uzakta nelerle karşılacağımızı bilemeyiz, bu yüzden arzu eder insan bir deniz yolculuğunu, ya da bana öyle gelir. İnsan, hedefsiz bir yolculukta, kendisiyle sonsuzca konuşabilir. Görüp geçirdiklerini düşünür. Gözlerinin önünden buğday tarlaları geçer, rüzgar vurdukça eğilip bükülen başakları izler. Bu artık duygularımızın eğilip, bükülmesine benzer. Kişi yalnızlığının, çaresizliğinin içinde kendi adasını arar. Belki bu bir denizde gerçek bir ada gibi bulunur, ya da, bir kara parçası da aynı işi görebilir.
Bunları, bu başucu kitaplarını yeniden okumak, örneğin, Kaş'a yeniden gitmek gibi bir şeydir. Ya da çocukluk yıllarının kentine. O zaman insan o kentin sokaklarında geçmişin acı-tatlı anılarıyla dolaşır da nedense bahçeleri daha küçük, evleri daha bakımsız, insanları eskisinden daha mutsuz bulur. Geriye döndüğümüz zaman, aslında bu dönüşün bir mutsuzluk serüveni olacağını biliriz. Bu bakımdan eskilerde kalmış bir kitabı yeniden okumak benim için her zaman hüzün verici bir şeydir. Ama belki de insan tam da bunun için sevmez mi edebiyatı?