En çok babamı özledim, en çok o anladı, daha küçücük de olsa bir adamın kaçma isteğini. En çok annem aradı, "fazla yazmasın" diye kısa ağladı olabildiğince ve en çabuk, sevdiğini söyleyen kız unuttu, henüz aynı şehirdeyken.
Dibi, doruğu filan, hiçbir şeyi yoktu ama. Bazen izlediğiniz adamlar ve kadınlardan, içine olmaz türlü hayvan, bitki, isim şehir, silikon, porselen ve dört çeker kara ciplerin karıştığı tuhaf olaylardan sonra "Evet bu, buraya kadar, hayatımızın çevresine kazdıkları derin hendeğin dibi burası işte" diyordunuz. Uzun sürmüyordu, yalama olmuş bir şaşırma duygusundan insanlığımıza geri kalan tuhaf bir iç burukluğuyla, az sonrakine bakarken yakalıyordunuz kendinizi.
"Artık dışarda yerçekimi yok belki de" diyordu Erdem. "Ondan bulunamıyo o hendeğin dibi. Çünkü yerçekimi dediğin şeyin, eninde sonunda yere yapıştırması gerekir insanı."
Sonra içeride hüküm süren yerçekiminin varlığını kanıtlamak istercesine, "dan" diye yüzüstü halıya kapaklanıp sızıyordu.
Öylesine konuşuyorum. kendimi bebeklere sallanan tuhaf sesli plastik çıngıraklara benzetiyorum. söylediklerimin hiçbir anlamı yok. ama susarsam, çıkardığım ses kesilirse 'o' yeniden ağlamaya başlayacak, biliyorum.
Ya şimdi giderdin ya da hiç. Gün olur, devran döner, O bir bahar akşamı anlattığı öyküyü unutup gitmek ister, giderdi. Ama beni buraya, bu dünyanın en güzel sevgi sözcüklerini duyduğum yere gömmek gerekirdi, başka bir yere gidemezdim. Bu yüzden, kimse kimseye söylemesindi böyle laflardan.