"Çok ünlü bir yazar Fransız edebiyatında, Albert Camus. Saçma diye bir felsefe uydurmuş. “İnsan hayatı saçmadır” der. “Hayatın zaten kendisi saçmadır” der. “Ama bizler; tiyatro, roman, aile gibi kurumlarla, bu saçmalığı gidermeye çalışırız.” Yani normal yoluna sokmaya çalışırız. Kendimizi inandırmaya çalışırız hayata. Bu, İkinci Dünya Savaşı'nın, Büyük Bunalım'ının sonrasında ortaya çıkmış felsefelerden bir tanesidir. Burada da öyle. Büyük bir saçmalığı gidermenin yolu, ona başkalarını da inandırmak. Başkalarını da katmak. Partizanlaşmak demek bu. Artık kavgacı olarak, tartışmacı olarak, başkalarını da bu saçmalığa katmak istiyorsun. Saçmalığa, “ya bu ne saçma” deyip, çekilmek yerine, başkalarını da bulaştırmak.
(Sayfa 16)
...
Şimdi o inandırdıkları insanların, şöyle söylemesini beklemeyin, “Vah; tüh be, fos çıktı, boş çıktı.” Hayır! O hayal kırıklığına inanan insanın ruh hali, AIDS hastası Romen kadınların, başkasını da AIDS yapmak istemesi gibi. Bir takıntı gibi, intikam almak gibi. Bu hayatta da böyledir. Kendisi o saçmalığa bir kere inanmış, o saçmalık için kahvede, okulda, arkadaşlarıyla bir sürü tartışmalara girmiş, artık oradan geri adım atamaz. Yani özür dilemek, son derece yüksek bir ruh ister. Geri adım atmak, çok yüce bir ruh ister. Bu basit, mürit zekâsındaki insanlar bunu gösteremezler. Tam tersini yaparlar. Saçmalığı iddia edip, taraftar toplarlar. Daha sinirli, daha kızgın, daha partizan hale gelirler." (Sayfa 18)