Eski bir türk filmi tadında, gününüzü doldurabileceğiniz bir kitaptır. Roman Ankara’da geçmektedir. Ankara’da okuduğum ve orayı sevdiğim içinde kitabın bu özelliği beni çeken sebeplerden de biri olmuştu. Ancak okuduğumda Ankara’nın o kadar da önemli bir yer tutmaması beni hayal kırıklığına uğrattı. İçeriğe gelecek olursam Suna karakteri favorim oldu. Suna’nın kabına sığmayan halleri ve dinmeyen heyecanı ara ara gülümsememe sebep oldu. Özellikle çocukluğunun mahalle kültürü içinde yoğrularak verilmesi beni en çok etkileyen kısım oldu. Yazarın arada verdiği durum tespitleri ise yüreği ısıtacak cinstendi.
“Her gün uyandığımda yaşadığımı, sadece yaşadığımı, varlığımdan başka hiçbir şeyi hissetmediğim o ne mutlu ne de mutsuz anın hemen arkasındakin başlardı hayat. Eğer hayatım o gün gözüme yirmi yıl ağır ‘canım sıkılıyor’ cezasına çarptırılmış bir mahkûmun hayatı gibi görünmüyorsa , gözlerimi açıp evdeki sesleri dinlerdim.” gibi... Ancak sonra bir şeyler oldu. Dağıldı her şey. Olaylar arasında bağlantı kurmaya, yaşanılan sıkıntıları anlamlandırmaya çalıştım bir süre. Kimi taşlar yerine otursa da kimi havada kaldı zannımca. Gülay neden intihar etti mesela? Sebebini satırlar arasında görmek isterdim. Emel ile Suna’nın gençliğine dair daha fazla detay okumak isterdim. Ömer Ankara’ya geldikten sonra Emel ile olan konuşmasına şahit olmak isterdim. Ama olmadı. Belki de sebebi belli bir baş karakter olmayışıydı. Yazar, her karaktere yüzeysel bir şekilde dokunup hızlıca gelip geçti. Araya hiç bilmediğin yeni karakterler ilave ederek... Aynı zamanda damaklarda da hoş ama biraz eksik bir tat bırakarak...