“Gerçekten de yaşamımın en büyük deneyimi savaş olmuştu; kaderi tayin edici bir deneyim. Her ne kadar kulağa tuhaf geliyorsa da ben orada insan olmuştum.”
(...)benim yazmak için bir çeşit ruhsal dengeye ihtiyacım vardır. En büyük ailevi çalkantılar, sahneler arasında çalışabilen sanatçılar vardır, yazarlar vardır... Tabaklar yere çalınırken... Ben beceremem. Benim sükunete ihtiyacım var.
“Seni çok, çok seviyorum ve her beş dakikada iki dakika seni düşünüyorum, romana üç dakika kalıyor. Gelecek romanımı artık senin hakkında yazacağım, o zaman bu iki düşünceyi birleştirebilirim; ki bu, nispeten bir yeniliktir.”
Madem doğmaktan ötürü sarsılmıyoruz, o halde, zamanı geldiğinde gitmemiz gerektiğinden neden titriyoruz, yaygara koparıyoruz ve şikayet ediyoruz? Hayatımız tüm anlamını, zamanı gelince öleceğimiz gerçeğinden almaktadır.
Tek tük, önemsiz ve üstünkörü yazılmış sözcüğü müstehzi bir tebessümle aşağılamış ve yeterince frapan olmayan bazı mütevazi ve edepli sıfatlarımı öylesine anadan doğma soymuştu ki, utanç içinde çığlık atarak merdivenlerden inip doğrudan yakındaki Tuna'ya gitmişlerdi.