Bellek kendisini korumaya alıyor. Tıpkı kalp gibi. Hani insan bazen öyle kesif bir acı yaşar ki, artık o durumdan sağ çıkamayacağını düşünmeye başlar. Hele bir de acının sürekliliği söz konusuysa ölümlerden ölüm beğenmeye kalkar. Ama aniden, kişi farkına bile varmadan, kalp kendisini korumaya alır. Sahibine rağmen kendisini sakınır. Hatta belki de sahibinden sakınır kendisini. Bu sayede, acı gitgide azalarak daha dayanılabilir bir düzeye iner. Ya da kişi acısıyla beraber yaşamaya alışır. Gündelik yaşamın gereklerini yerine getirir elbette. İşini yapar, yemeğini yer, tuvalete gider. Ama kendisine dışarıdan bakmaya çabaladığında, bütün bu yaptıklarını ancak buzlu bir camın arkasından seyredebildiğinin farkına varır. Canı yanar tabii. Ama zaman geçtikçe, buzlu camın girintilerinin, çıkıntılarının azalmaya başladığını, gitgide kirli bir cama dönüştüğünü görür. Derken, günün birinde o kirler de temizlenir. Artık pırıl pırıl bir camdan kendisine bakmaya başlar kişi. Anlar ki o gün, acı da dinmiştir. O kesif, bitmeyeceğini sandığı acı. Kalp, sahibine rağmen kendisini korumuş, arındırmıştır.
Bir sırrı bilen son kişi olmak, insanı insansızlaştırıyor. Bir kabilenin dilini bilen son insan gibi, bir zanaatın işlemelerini, inceliklerini bilen son zanaatkar gibi.