Açın bütün kapıları, duvarları yıkın, sizi kuşatacaksa bir gökkuşağı kuşatsın! Yemyeşil tepelerde türküler söyleyin, özgürlük türküleri!... Eğer özgürlük üzerine hiçbir türkü söylenmeyecekse... eğer özgürlük çayırları aşamazsa... O zaman, işte o zaman!...
İnsan düşgücünün kullanmaktan korkmamalı. Düşgücünün kullanmaktan korkanlar günün birinde gerçeklik duygusunu da yitirirler; başkalarının da gerçek diye sundukları yalanları kabullenirler. Bu yüzden kıyıcı olurlar.
"İşte artık kendi evimde, hoş ve kalabalıktan uzak bir yuvada, ömrümü, kendisi için doğmuş olduğumu sezdiğim bu bağımsız, kararlı ve dingin hayat içinde geçirmekte özgürdüm."
“Bir şey yok,” dedi fraklı adam ilgisizce. “Gidelim.”
Adam, kristal kadehlere pembe şampanya dolduruyor, “Biraz daha için, iyi gelir.” Diyordu. Kız şampanyasından büyükçe bir yudum aldı. Hiç değilse rüküş, acınılası kılığımdan utanmıyordu artık. Kocaman bir lokantadaydılar. Daha doğrusu lokantanın balkonunun locası gibi ayrılmış bir bölümde. Aşağıda herkes çılgınlar gibi eğleniyor, dans ediyordu. Konfetiler, serpantinler yağıyordu. Filmlerde gördüğü yılbaşı eğlentilerinden birindeydiler besbelli. Ama kız artık eğlenmiyordu. Kılığının ne kadar kötü olduğunu unutmak için arada şampanya içiyordu yalnızca.
Kıyı yok. Çünkü ben kıyıları hiç sevmedim, ufuk çizgilerini sevmedim. Ufka, kıyılara, bir ağacın köklerine, birtakım törenlere, başlangıcın bitiş anlamına geldiği hiçbir şeye bakmayı sevmedim.
Ama tabii sabırsızlığın şakaklarına şakaklarına vurduğu günler hep olmuştu. Hele otuzunu geçtikten sonra… O zaman pencerenin önündeki koltuğa oturup bir fincan kahveyle birlikte sigara içmek yetmemeye başlamıştı. Kahveyle birlikte içilen sigara da yetmeyince… Hayatın içinde değil de, kıyısında yaşadığını, kıyıda yaşamanın acısını bir diş ağrısı gibi beyninde zonklamalarla algılayınca…