Mekteb-i Mülkiye adı, Atatürk’ün o “öz Türkçe” adı kullandığı bir kutlama telgrafının ardından Siyasal Bilgiler Okulu olmuştur.
Cumhurbaşkanı, kendisine Atatürk soyadının “verilmesinin” ardından hayatının hayatının sonuna kadar giderek artan bir yoğunlukla dilbilimsel buluşlarla uğraşmıştır. Örneğin okul günlerinde edindiği addan pek memnun olmadığından Kemal’in Kamal’e çevrilmesini emreder. Kırgız, Yakut ve diğer uzak Türk dillerinin lügâtlarında “kamal” sözcüğü “kale”, yahut “kuşatma” ve “kaya” anlamlarında karşımıza çıkıyor. Aynı sözcüğün içinde ya hep ince ya da hep kalın hecelerin varlığını kabul eden Türk ses uyumuna “kemal”den daha uygun oluşunun yanı sıra, bu manalar da Atatürk’ü yeni ad olarak onu seçmeye teşvik etmiş olmalıdır. Böylece Osmanlı olan her şeyden uzaklaşmanın bir işareti daha verilmiştir ki, buna Nâmık Kemal gibi ilerici bir vatansever de dahildir. Partinin ideologları da hemen hareketi Kamalizm şeklinde adlandırmaya girişmişlerdir.
Kanun’un İsviçre’nin federal yapısı göz önüne alınmadan ve tercümesindeki kimi muğlaklıklara ve çelişkilere aldırmaksızın, olduğu gibi devralınışı en azından amfisi ve çalışma odaları olmayan bir okulun kuruluşu kadar cesur bir reform adımıdır.
“Türkiye “ mi? Evet. Hakikaten de ilk kez bir meclis kendisine hanedanın adı yerine, yabancıların yüzlerce yıldır bu ülkeye ve halkının çoğunluğuna verdiği, fakat hiçbir paranın üzerinde yazmayan, hiçbir belgede geçmeyen bu ismi yakıştırıyordu.
Vekiller yakınlardaki bir okuldan getirilen fazlasıyla küçük sıralara sıkışmışlardı. Aldıkları besin orduda dağıtılan mütevazı tayından hiç farklı değildi; kısacası tahta mektep sıralarının mebusların vücut ağırlığıyla çökme tehlikesi yoktu.
Ünlü yazar Halide Edip Mustafa Kemal’e 10 Ekim’de yazdığı bir mektupta Amerikan mandasının nimetlerini Filipinler örneğinde överken Amerikalıların “vahşi bir ülkeyi” kendi kendini yönetebilen modern bir makineye (!) çevirebildiğinden bahsediyordu.