Bu zamanın müslümanları, herkes, yaşamayı gaye edinmiş, yaşamanın içinde İslâm'a da bağlılığı var. Yani hayatın gayesi ve ana hedefi İslâm'a hizmet değil, yaşamak esas ve o yaşamının, mesleğinin, işinin gerektirdiği işleri yapmak esas; onun arasında da “Mesai dışında olduğu kadarıyla İslâm'la bağlantısı olabilir bir insanın ancak İslâm oratarda uygulanabilir." gibi bir sakat zihniyet içinde müslümanlar. Yani İslâm'ı bir garnitür gibi bir aksesuar gibi düşünüyorlar, ana mesele olarak düşünmüyor müslümanlar. Hayatları, geceleri gündüzleri, akılları fikirleri İslâm'a hizmet yönünde değil. Bu büyük bir kusurdur, yanlıştır. Sahâbe-i kirâmın hayatıyla taban tabana zıttır. Sahâbe-i kirâmın hiçbirinin zihniyeti böyle değildir. Onların mesleklerinin bazısını biliyorsak da bazısının ne yaptığını bilmiyoruz bile, ne mesleği olduğunu, ne meziyeti olduğunu bilmiyoruz ama biliyoruz ki hepsi Allah’ın dinini yaymak için dünyanın her tarafına yayılmışlardır. Kiminin Semerkant'ta kabri vardır, kiminin Mısır'da, Tunus'ta kabri vardır, kiminin Kıbrıs'ta, Anadolu'da kabri vardır, Kafkaslar'da kabri vardır. Dünyanın her yerine yayılmış ve vazifelerini yapmışlardır.
Devir gelmiş geçmiş, bizim üzerimize nöbet geçmiştir. Bizim şimdi Allah’ın dinine en güzel hizmet etme görevimiz vardır omzumuzda. Allah'ın huzuruna, yüzümüz ak, alnımızın açık olduğu bir şekilde, vicdanen müsterih otarak, elinden geleni yapmış, takati kadar, takatinin sonunu, âzamîsini, kapasitesinin tamamını kullanmış olarak gitmemiz lâzım. Rabbimize mazeretimizin olması lâzım: “Yâ Rabbi, elimden geldiğince çalıştım." diyebilmemiz lâzım.