Her şey, anlatıcımızın katıldığı bir konferansta, ilk kez varlığından haberdar olduğu gizemli bir maddeyle başlar. O gün, şaka amaçlı gündeme gelen bokböceği baklaları, insanlığın kaderini değiştirecek kadar ciddi bir tehdit taşımaktadır. Ve bu madde dünyanın her yerinde satılmaya başlamıştır.
Anlatıcımızın, gazeteci eşi Clarence ve akıl hocası André ile birlikte bu olayların perde arkasını araştırmaya başlarlar. Kısa sürede anlaşılır ki bu durum bir tesadüf değildir; yaygınlaşan bu madde, erkek çocuk doğumlarını artırmakta, kız çocuklarının doğumunu ise dramatik şekilde azaltmaktadır.
Dünyanın dört bir yanında ülkeler, bu yeni gerçekle başa çıkmaya çalışırken, her biri kendi kırılgan dengeleriyle yüzleşir. Bazı toplumlarda bu dengesizlik ayaklanmalara yol açar; halk sokaklara dökülür. Diğerlerinde ise güçlü gruplar bu durumu kendi lehlerine çevirerek, zayıf kesimler üzerinde baskı kurmaya başlar.
Toplum ikiye bölünür:
Bir taraf bu yeni düzeni bir “kurtuluş” olarak görürken, diğer taraf doğanın dengesinin bozulduğunu, bunun büyük bir felakete yol açacağını savunur.
Roman, insanlık, doğa ve etik üzerine güçlü bir sorgulama sunuyor.
Kitaba adını veren Beatrice, anlatıcının kızıdır ve onun varlığı hikâyenin kalbinde yer alır. Beatrice yalnızca bir çocuk değil; insanlığın, umudun ve dengenin simgesi hâline gelir.
Maalouf, bu romanında bizlere şu soruları sorduruyor:
“Bir cins yok olursa, insanlık ayakta kalabilir mi?”
“Güç ve bilim, ne zaman yıkıma dönüşür?”